Lütfi YAVUZ
Doğum Yeri :Siirt
Doğum Tarihi : 1906
Baba Adı : Derviş
Öğrenimi : İdadi
Bulunduğu Görevler : Belediye Başkanı, 7 nci Dönem Trabzon, 8 inci Dönem Siirt Milletvekili.
Medeni Hali : Evli
Ölümü :13.05.1958
Siirtli bir gencin Siirt gerçeğiyle ilişkisi
‘’politikacılar tarafından
haritadan silinmiş bir kenttir Siirt.’’
http://www.siirtdogus.com da ilgimi çeken masumane bir yazıyı hem aktarmak hem de gençlerimizin hayalleri ile Siirt gerçekleri arasında ki ilişkilere dikkat çekmek istiyorum.
Mimari özellikleriyle kaybolan bir şehirdir Siirt .Yani bir anlamda hafıza ve hatıralarını yitirmiş bir kentir.Bir bakıma politikacılar tarafından haritadan silinmiş bir kenttir. Geçmişini arayan bu kentte gençlerin işi daha da zordur sanırım.Yaşlılar nostaljiyle ayakta durumaya çalışıyorlar.Yaşlıların hayallerinde eski Siirt, zaman aşınımına uğramadan duruyor.
Oysa gençler ! Gençlerin işi çok zor.Sokaklarında inek ve koyunların dolaştığı ,ekonomik sıkıntılardan dolayı çocuk boyacıların cirit attığı,susuzluktan kavrulan Siirti daha uzun süre çile çekmeye mahkumdur.Bilardo salonları, pırıl pırıl gençlerin zamanlarını harcadıkları yani geleceklerini pozuk para gibi harcadıkları yerler olarak durdukça Siirt daha uzun süre bugününü geleceğe aynı karelerle taşıyacaktır.
Geçmiş çoğu kez önümüze gelecek olarak gelir.Bir geçmişliğe ihtiyaç vardır herzaman.Kültüre doygun bir geçmişlik. Siirtli gençler ne yazık ki şimdiki siirtin gericileşen yüzünü görüyorlar Siirt’in tarihinden ve gerçeklerinden bi haber olarak.
Eyfel kulesini Siirtin ortasına kolajlayan genç arkadaşımız konuya ilişkin ip uçları veriyor zaten. muzurluk olarak tanımlıyorsa da sonuçta masumane olarak görüyorum ancak …
’’Eyfel kulesi’’ ne ilerlemeye nede Siirt gerçeğine yakın duran bir tasarı veya hayal .Siirti bu kendi gerçeğini beslemekten uzak hayallerimizle hiçbir yere götüremedik .Karamsarlık değil benim ki .olsa olsa umutsuzluk hali.Biliyorum ki umut yoksa karamsarlık ta yoktur.o halde karamsar değilim.’’her yeniden’’ zaten umutsuzluktan doğmaz mı?
Hep hayal ve umut. En kırılgan yerimiz.Hayal gücümüz de en aldatılan yanımız oldu.
Süleyman Demirelleri,Erdoğanları,Fadıl Akgündüzleri tarih sahnesine çıkaran da bu masum hayal gücümüz.sonrada hep aldatıldık diye feryat ederiz ve daha çok aldalıcağız bu gidişle .
Çocuk iken hükümet konağında tezahürattan gaza gelen zamanın politikacısı ve 35 sene ülkemin anasını ağlatan Süleyman Demirel bağırıyordu’’Siirt’e deniz getireceğim’ .O Yıllardan bu yana Siirt politikacıların oy dilendikleri ve ihanet ettikleri bir şehirdir.
Süleyman Demirelin bu gerçek dışı politik söylemine inanın herkez inanmıştı o zamanlar.Çünkü Siirtliyi hayalleriyle başbaşa bırakırsanız Siirt’ti deniz kenarında hayal kurmaktan alıkoyamazsınız.Deniz kenarında bir Siirt.Eyfel Kulesine takılı bir Siirt.Ya da…….Siirt’in ortasında bir Eyfel.
Eyfel kulesi veya deniz ne fark eder.
……………………gözlemci
Siirtli bir gencin hayalleri
‘’Öncelikle Eyfel Kulesinin kısaca bilgilerine göz atalım; Fransa`nın başkenti Paris`in sembolü olan, 324 m. yükseklikteki(antenle birlikte) demir kule, Sen Nehri kıyısına 1889 yılında inşaa edildi. Yapan mühendisin ismiyle anılıyor: Gustave Eiffel. Mimarın ismiyse Stephen Sauvestre.
Kule 1887-1889 arasında tam olarak (2 yıl, 2 ay, 5 gün)de inşaa edilmiş. 50 mühendis, 5.300 ozalit plan kullanılmış, 100 demir işçisi, 121 işçi çalışmış. Toplam ağırlık 10.000 ton. Eyfel Kulesi, dünyanın en çok ziyaret edilen yeri olma özelliğine de sahip.
Evet Eyfel Kulesi Dünyanın 7 harikasından sadece birisi.
‘’Şimdi düşündüm de Siirt’e ne yapılırsa yapılsın, Siirt yine aynı Siirt…
Ya Siirt güzellikleri hak etmiyor, ya da insanlarımız bu kadar şeyi kaldıramıyor.
Gelişelim gelişelim diyoruz da, Türkiye’de Siirt’in artık savunulacak bir tarafı kalmadı diye düşünüyorum.
Ufak bir munzurluk yaptım ve EYFEL KULESİ’ni Siirt’in girişine yerleştirdim. Acaba Eyfel Siirt’te olsa ne olurdu diye düşündüm bir ara kendi kendime…
Evet aldığım cevap şu…
Sokaklarda yürürken iki adımda bir karşımıza çıkan o ufak boyacılar var ya bence her biri bir köşesinden tutar kim daha önce Eyfel’in üstüne tırmanır diye yarış yaparlardı, Eyfel Kulesinin altına bir çayhane açarlardı dışarıya da sandalyeleri atarlardı, Sabah’a karşı birileri gelir Eyfel Kulesinden birşeyler yürütmeye çalışırdı, İneklerimizi Eyfel Kulesinin etrafında otlatırdık, Seyyar satıcılarımız el arabalarıyla gelen turistlere birşeyler satmaya çalışırlardı, Semt Pazarına gitmemekte ısrar eden balıkçılarımız soluğu Eyfel Kulesinin civarında alırlardı ve bu örnekleri daha bir sürü çoğaltabiliriz.
Siirt’te Eyfel Kulesini sizde kafanızda canlandırabildiniz mi benim gibi. Sonumuz nasıl olurdu…
Şunu belirtmek isterim ki Siirt’in kıymetini bilelim ve bir hiç uğruna memleketimizi harcamayalım, olumsuzlukları elimizden geldiği kadarıyla aza indirgeyelim…
Bu sefer ki Sloganımız HER ŞEY SİİRT İÇİN….’’
Siirtevi.blogspot.com
Alışılagelmiş, ezbere ve 2 günde oluşturularak yayına verilen internet sitelerinin bolca rastlandığı günümüzde,
farklı bir anlayışla, eksik olan konuyu tamamlama gayretiyle yapılmış olan mütevazi çalışmanızdan ötürü tebrik ederim.
Gayret ve azminizi istikrarla uzun yıllar sürdüreceğiniz ümidiyle,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Saygılarımla
Eyup Guzel
Siirtliler.Net
SASON MAHPUSHANESİ
VE HALİL'İN DESTANI
Buradan bir tek adam
Kapısı demirden külçe
Yüksek kalın taş duvarlı
Ve üstelik penceresiz
Halil içerde böyle çaresiz
Sason Mahpushanesi
Önünde bir kırmızı dut
Sırtında Şat Deresi
Çocuk eğilmiş dut toplar
Sanki Halil'in düşlerini
Sıkıştırır çocuk yüreğine
Gerçek ve yalan aynı gecenin
İkiz çocuklarıdır benim ülkemde
Şeyh İkbal'in kısrağına
Binip kamçı vurdu Halil
Nal seslerinde koptu fırtınalar
İlk defa göründüler
Kutsal Melato Dağı'nda
Çıyanlar, yılanlar
Ay tutuldu mavzerleri sıktılar
Kaldırıp bir başlarını baktılar
Terk etmişti yerlerini yıldızlar
Şat Deresi'nde pusuya çekildi sular
Halil'i vurdular! Halil'i vurdular!...
Buralarda insanlar
Ölmediler hiçbir zaman
Hiçbir zaman ölmediler kaderleriyle...
Sason Mahpusanesi'nde
Halil'in adı kaldı
Bir tutam sarı tütün
Ve bir hüzün içimi
Dağıldı taş avluya
Lanetli kehribar taneleri.
Araştırma: Doğru bilgi belgelere dayanır.
(osmanlı çarıklarına ilişkin internet üzerinden yapılan bir çok yayın yanlış yapılmaktadır.)
Yıllardır adı bile hatırlanmazken, Çetin Bilgin ve eşi Elif Bilgin özel çabalarıyla Osmanlı çarıklarını dünyaya tanıttı.
1987 yılında Osmanlı çarıkları tanınmaz ve rahat giyilemez durumdaydı.Orjinalliğini bozmadan bir takım değişiklikler gerekiyordu. Çarıkların sağı solu olmadığından yeniden kalıp yapılması gerekiyordu.Çetin Bilgin ,Alaaddin ustaya sağlı ve sollu kalıplar yaptırdı.Kalıplar sayesinde sağlı ve sollu hale gelen çarıklar rahat kullanılır hale geldi.Bir taraftan çarıklar iyileştirilirken diğer taraftan yeni tasarımlar sırada yerlerini alıyordu.
İnternet üzerinden www.ottomanshoes.com sitesiyle dünyaya tanıtımını yıllarca yaptılar.
Çetin bilgin 15 ekim2000 yılında internet www.ottoman shoes.com sitesi üzerinden bağlantı kurarak daha sonrada bizzat görüşerek ‘’harry potter’’ filmine çarık sattı.Türkiyeden ilk Osmanlı çarıklarının ‘’Harry Potter’’ filmine teslim tarihi tarihi 15 aralık 2000 dir.‘’TRANSORIENT PROOF OF DELİVERY’’ şirketi aracılığıyla gönderilmiştir.
Vehbi AKTAŞ
PARÇALANMALAR.
HİLMİ SEÇKİN.
................................. İmge ; modern süreçlerde temsil ettiğinin rolünü üstlenirken iktidar olma şansını da elinde tutar. Zaman olgusunun kıskacında amaç bütüne yaklaşmaktır. İmgenin dolaşımını irdelemek bir yapıt hakkındaki ip uçlarını ele geçirmemize yarayacaktır.
Öncelikli olarak imge; kendi dışında bir şeyin suretidir ve kendi dışında bir şeyi imlediği anda başka bir şeyi de temsil eder.Kavranılma anında da kendi ile görüneni terk eder. İmge; kendinde temsilin vucut bulmasına ,tanımlanmasına izin vermez. Benzeşim üzerine kurulmuştur.Sanatçının algılama biçim değerleri; yarattıkları boşlukta ne öncesine ne de sonrası bir gerçekliğe şans tanır. Büyü ; o anki boşlukta salınan imgenin zamansız ve mekansızlık ilişkisinin kendini izleyenin bilinç dışında tanımlanmasında oluşur.
Çetin Bilgin’in resimleri şiirsel kurgu ve imgeler üzerine ucu açık tasarımlardır. Resimlerinin anahtar kavramlarından birini de ‘’parçalanma olgusu ‘’ oluşturur.
Paramparça ile start alan parçaların bir araya gelişleri bir bütün olma kaygısı yerine yeniden parçalanma heyecanı ile ihtiyaçları kadar örtüşürler.Yıkım ,kendilerini imha,her zaman parçaların bir birleriyle örtüşmesini amaçlar gibidir .Parçalar yeni bir form kaygısıyla var olabilirlik ihtimaline rağmen ‘’bütün’’ ilişkisini sadece sürpriz geçişlerin yaratılma sürecinde var ederler . Parçalanmalar yeni bir bütünü oluşturmaya veya yeni bir formu somutlaştırmaya çalışmazlar. Parça ve bütün ilişkisinde amaç ortadan kaldırılmıştır. Ucu açık ve her an geri çekilebilir bir ilişkiyi tanımlarlar. İç içe girmiş parçalar bir‘’söylemde’’ bütünler ve yeni bir parçalanmanın ip uçlarını da ele vermekten kaçınmazlar.
Resme başlarkan başından beri var olan parçalanmalar ortada başıboş dolaşan parçalardan bir bütün oldurma kaygısı taşımaz onlara içsel mantığıyla haraket yetisi sağlarlar.Parçalar birbirleri ile sarmalanırken ,birbirlerine boşlukta düşüşün ölüm dokunuşları hakkını tanırlar. Kendi algılama serüveninde ele geçirdiği parçalanmaların birbirlerine geçiş sürelerinde hayat hakkı tanır daha önce köprülerle bir aradalığı oluşturan birliktelikler de yeniden parçalanarak tekrar start aldıkları noktaya gelirler.Sonuç sonsuz önermeler.Bitmemişlik , bir yeniden yaratım olgusuyla gerçekleşir.Parçaların birleşme ve ayrışma serüveninde iktidar olma şansları yoktur.
Bu doğurganlık Çetin Bilgin’e sürekli bir üretim olanağı sunarken doyumsuzluğu da beraberinde getirir.Çetin Bilgin eline geçirdiği kendi kaleydeskopunun sonsuz önermeleri ile yarış içindedir………………………………………………………………………………………
Sertab Erener kariyerinin 15. yılını yarın Harbiye Açıkhava Sahnesinde pek çok sürpriz isimle birlikte kutluyor
Türkiye�ye ilk Erovizyon birinciliğini getiren Sertab Erener, bugüne kadar 5 milyona yakın albüm sattı ve sayısız ödül aldı. Sesi ve sahne performansıyla büyük bir hayran kitlesine sahip olan Erener, 1992 yılında başladığı profesyonel müzik kariyerinde 15. yılını geride bıraktı.
Operadan popa kadar birçok müzik türünü kapsayan ses yeteneği ile Jose Carreras ve Ricky Martin gibi dünyaca ünlü sanatçılarla düet yapan ve Türkiye�nin en çok albüm satan kadın pop şarkıcılarından biri olan Erener, 15. yılını Garanti Bankası sponsorluğunda, Şişli Belediyesi katkılarıyla Harbiye Açıkhava Sahnesi�nde gerçekleştireceği bir konserle kutlayacak.
Sahne üzerinde birçok sürprizin gerçekleşeceği, çok özel bir repertuvarla hayranlarının karşısına çıkacak olan sanatçıya, Sabri TuluÇ Tırpan müzik direktörlüğündeki Senfoni Orkestrası ile Sezen Aksu, Levent Yüksel, Demir Demirkan, Nil Karaibrahimgil, Fahir Atakoğlu gibi ünlü sanatçılar da eşlik edecek. Murat Uncuoğlu ve Aytekin Kurt�un da konuk olacağı bu büyülü gecenin kayıtlarından oluşacak DVD ise daha sonra piyasada olacak. Konser yarın saat 21.30�da.
Siirt’in en uzak ilçesi olan Pervari de, Milli Eğitim Şube Müdürü ve aralarında köyde görev yapan öğretmenlerinde bulunduğu orkestra büyük ilgi görüyor.
Her hafta sonu öğretmenevinde sahne alan orkestrayı büyük çoğunluğu öğretmenlerden oluşan kalabalık bir topluluk izliyor.
"Harry Potter-Zümrüdüanka Yoldaşlığı" filminin galası
J.K. Rowling'in çok satan çocuk kitabından uyarlanan ''Harry Potter'' serisinin yeni filmi ''Zümrüdüanka Yoldaşlığı''nın Türkiye galası yapıldı.
Levent'teki Kanyon Alışveriş Merkezi'ndeki galaya, filmin oyuncularından Harry Potter'ın ilk aşkı ''Cho Chang''ı oynayan Katie Leung ile yaramaz ikizler ''Fred'' ve ''George Weasley''i canlandıran Oliver ve James Phelps de katıldı.
Galaya özel bir otomobille gelen oyuncular alışveriş merkezinin önüne yerleştirilen kırmızı halının üzerinden geçerek, oyuncuları görmeye gelen çok sayıda vatandaşa imza dağıttı.
Bu sırada basın mensuplarının sorularını yanıtlayan oyuncular, Türkiye'ye geldikleri için ve filme olan yoğun ilgi nedeniyle çok mutlu olduklarını söyledi.
Oyuncular, çok sayıda vatandaşın kendilerine sevgi gösterisinde bulunmasından şaşkınlık duyduklarını ifade etti.
93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı padişahı II. Abdülhamit döneminde savaşılan bir Osmanlı-Rus Savaşıdır. Hicri takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir. Hem Tuna Cephesi'nde, hem de Kafkasya Cephesi'nde savaşılan 93 Harbi Osmanlı Devleti için büyük bir yenilgiyle sonuçlanmış; hem büyük bir toprak kaybına neden olmuş, hem de Rus ordusunun İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar gelerek Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmesiyle sonuçlanmıştır.
93 Harbi'nin en önemli nedenleri arasında Rusya'nın Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki Ortodoks vatandaşları üzerindeki etkisini arttırma amacı sayılabilir. İngiltere ve Fransa Rusların düzelmesini istemediğinden Osmanlıların yanında olmayı tercih etmiştir. Ayrıca Osmanlı hazinesi Sultan Abdülmecit'in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa'ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergiler yükseltilmişti. Ayrıca Kafkaslar'dan Ruslar tarafından göçe zorlanan Çerkez, Abaza gibi Müslüman gruplar Balkanlar'da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar'da yaşayan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 yılında ortaya çıkan Bulgar İsyanları bu Müslüman göçmenlerin yardımıyla bastırıldı ama isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa'da büyük bir sempati oluştu. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların sayısını hiçe sayan Avrupa kamuoyunda Osmanlı Devleti'ne karşı çok olumsuz bir hava oluştu. Osmanlı Devleti'ni Bulgarlar, Sırplar ve Romenlere daha geniş bir özerklik vermeye zorlamak için İstanbul'da bir konferans toplandı.
Tersane Konferansı adı verilen bu konferansın kararlarını yumuşatmak için tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alel acele I. Meşrutiyet'i ilan ettiyse de, konferans Osmanlı Devleti'ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Bu kararların Osmanlı Devleti'nce reddedilmesi üzerine Rusya, Paris Antlaşması'nın (1856) Karadeniz'de tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını bildirdi. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri uygulaması için Osmanlı Devleti'ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada İngiltere, Rusya'nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra Konferansı'nın toplanmasına ön ayak oldu. Ama Osmanlılar konferansta hazırlanan protokolü içişlerine müdahale sayarak reddettiler. Ülkedeki Panslavist akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877'de Eflak ve Boğdan'a girerek Osmanlılara savaş açtı. Osmanlılar, Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden üstün durumdaki RKafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. Nisan - Mayıs 1877'de Doğubeyazıt ve Ardahan Ruslarca işgal edildi. Ama Halyaz ve Zivin'de Rus orduları yenilgiye uğradı. Gedikler (25 Ağustos) ve Yahniler (4 Ekim) çarpışmaları Osmanlıların zaferiyle sonuçlandı. Rusların 15 Ekim'deki Alacadağ Çarpışması'nda kazandığı zaferle Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. Kasım 1877'de Kars'ı ele geçiren Rus Orduları Erzurum'a yöneldi. Ahmed Muhtar Paşa Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşların Aziziye tabyasında büyük bir cesaretle yaptıkları savunma 93 Harbi'nin unutulmayan anlarını oluşturdu. Erzurum Rusların eline geçti. Savaşın bitmesinden sonra Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi ama Kars ve Ardahan Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakıldı. Bu şehirler Brest-Litovsk Antlaşması'na kadar Rusya'nın elinde kaldı.
us ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda kaldılar.
Tuna Cephesinde ise Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna arasında bulunan Doğu Tuna Ordusu, Vidin'de üslenen Batı Tuna Ordusu ve ikisinin arasında yer alan Balkan Ordusu olmak üzere üç ordudan oluşuyordu.Tuna Cephesi savaşları Rusların 21 Haziran 1877'de saldırıya geçmesiyle başladı. Tırnova ve Niğbolu'yu alan İosip Gurko komutasındaki Rus birlikleri 19 Temmuz'da stratejik açıdan büyük önemi olan Şıpka Geçidini ele geçirdiler. Süleyman Hüsnü Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi'ni geri almak için çarpışırken Grandük Nikolay Nikolayeviç komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu Plevne'de abluka altına aldılar. Gazi Osman Paşa'nın 145 gün boyunca cesaretle sürdürdüğü Plevne Savunması ezici bir sayı üstünlüğü bulunan Rus ve Romen orduları karşısında 10 Aralık 1877'de başarısızlıkla sonuçlandı. Plevne'nin düşmesinden sonra Sırplar da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler. Hızla ilerleyen Rus orduları Kazanlık, Samokov, Yeni Zağra, Çırpan, Tırnova ve Filibe'yi aldıktan sonra Meriç Nehri'ni geçti. 20 Ocak 1878'de Edirne düştü. Ruslar Silivri'yi de alarak Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar ilerlediler. Savaş Osmanlıların isteği üzerine imzalanan Ayastefanos Antlaşması'yla son buldu. Ama Avrupa'da dengenin Rusya lehine bozulduğunu gören Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya bu antlaşmaya karşı çıktılar. Berlin'de uluslararası bir konferans toplandı ve 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması'yla savaş sona erdi.
93 Harbi, Osmanlı Devleti'nin dağılma sürecini başlatan ilk önemli olaylardan biri sayılır.II. Abdülhamit'in, yenilgiden sorumlu tuttuğu Meclis-i Mebusan'ı süresiz tatil ederek Kanun-i Esasi'yi askıya alması, ayrıca savaş sonrasında Balkanlar'la Kafkasya'dan Anadolu'ya gelen 1 milyonu aşkın göçmenin yol açtığı toplumsal ve ekonomik bunalım öbür önemli sonuçlarıdır.Başlangıçtaki başarılara karşın ordunun donatım eksikliği ve teknik yetersizlikleri, özellikle Tuna cephesindeki komutanlar arasında görülen geçimsizlik ile II. Abdülhamit'in doğrudan ve yanlış müdahaleleri yenilginin başlıca nedenleri arasında gösterilir.
ARAŞTIRILIYOR
DEVAM EDECEK
GAZİ AHMET MUHTAR PAŞA KİMDİR?
1 Kasım 1893 yılında Bursa İli Muradiye Mahallesinde doğmuştur. Babası İpekçi Halil Efendinin yanında ilk ve orta tahsilini tamamladıktan sonra 1860 yılında Harp Akademisinden mezun olmuştur. 1877 yılına Sultan II. Abdülhamit tarafından Anadolu ordusu Baş Komutanlığına atanmıştır.
Rus Ordusunun Kafkasları geçerek Kars’a saldırması üzerine 1877 yılı ilkbaharında Kars’a gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ruslarla 8 ay süren ve 93 Harbi olarak bilinen savaşlarda Baş Komutanlık yapmıştır. Ruslara karşı Başgedikler, Zivin ve Yahni muharebelerini kazanarak Gazi ünvanını almıştır. Ancak Alacadağ Muharebesinde Osmanlı ordusu yenilince Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ordusuyla Erzurum’a çekilmiştir.
1913 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğunda Ayan Meclisi üyeliği, Mısır Fevkalade Komiserliği ve Sadrazamlık görevlerinde bulunmuş 21 Ocak 1919 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
Kars valiliği ve Kars Tugay Komutanlığı, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın karargah olarak kullandığı XIX.yüzyılda yapılmış olan konağı restore ederek Onun adına bir müze kurmuşlardır. Müze içerisinde Osmanlı-Rus Savaşları ile ilgili askeri malzemeler, savaş planları, haritalar ve fotoğraflar bulunmaktadır.
Bu müzenin girişine Ahmet Muhtar Paşa’nın bir büstü yapılmıştır.
ARAŞTIRILIYOR
DEVAM EDECEK
‘’TARİHTEN DERS ALMAYANLAR
ONU TEKRAR YAŞAMAYA MAHKUMDURLAR’’
SİİRT KENTİ BÜYÜK BİR İMPARATORLUK.GEL ZAMAN GİT ZAMAN İMPARATORLARIN KENTİNDE SEFALET BİR TÜRLÜ DÜZELMEZMİŞ. DAHA ÖNCEDEN DE SEÇTİKLERİ KRALLAR BU KENTE HİÇBİRŞEY YAPMAMIŞLAR. GELMİŞ GEÇMİŞ İMPARATORLAR FABRİKA KURMAYA KARAR VERMİŞLER FAKAT SONRADAN DA BAŞKA KENTE KURMUŞLAR BU FABRİKALARI.BU KENTTE BİR ÜNİVERSİTE BİLE AÇMAMIŞLAR .
ENİŞTE ENİŞTE DEDİKLERİ KRAL SOYUNDAN BİR ASİLİ İMPARATOR YAPMIŞLAR. KENTİN KENDİ OYLARIYLA SEÇTİKLERİ SON İMPARATOR BEŞ YILLIK HÜKÜMDARLIĞINA RAĞMEN YOSULLUK SORUNUNU ÇÖZEMEMİŞ.SİİRTLİLERİN UYANIKLARI DA DAHİL YÜZDE 63’Ü YEŞİL KARTLIYMIŞ.260 BİN NUFUSA SAHİP KENTTE ,165 BİN GİBİ KALABALIK BİR KESİM MUHTAÇ YAŞARMIŞ.
İMPARATOR ,HER İKTİDAR SAHİBİ DİĞER İMPARATORLAR GİBİ BU KENTİ KURTARAMADAN ÖLMÜŞ.SİİRT HALKI HERZAMAN OLDUĞU GİBİ YİNE HAYAL KIRIKLIKLARIYLA BAŞBAŞA KALMIŞ.VE DERKEN AYNI DEĞİŞMEYEN DÜŞÜNCEYLE İMPARATORUN OĞLUNU YERİNE GETİRMEYE ÇALIŞMIŞLAR.
İMPARATORUN YERİNE GEÇEN OĞLU İSE BİR ODADA TEK BAŞINA YAŞAMIŞ UZUN ZAMAN .YANİ İMPARATOR OLMA YAŞINA KADAR. .HİZMETÇİLERDEN BAŞKA KİMSEYİ GÖRMEZMİŞ.BÜTÜN GÜN OTURDUĞU KİLİMİN DİKİŞLERİNDE Kİ İLMİK SAYILARINI EZBERLERMİŞ . DUVARLARDA Kİ TABLOLARI İZLEMEKTEN BAŞKA YAPACAK BİR İŞİ YOKMUŞ.18 YAŞINA GELDİĞİNDE İMPARATOR OLMUŞ VE SOKAĞA ÇIKABİLMİŞ.
İMPARATOR SOKAKLAR DA ONA OY VEREN ORDUSUYLA BİR ŞEYLER ARAYA DURSUN.KENTİN BİRBAŞKA KÖŞESİNDE DE BİR RESSAM YANINDA ÇIRAĞIYLA BAŞKA KENTLERE GÖÇ HAZIRLIKLARI İÇİNDEYMİŞ.ÜNÜ ÜLKENİN DIŞINA TAŞAN RESSAM , BAŞKA ÜLKELERE, BAŞKA ZAMANLARA YOLCULUK HAZIRLIKLARINI TAMAMLAYIP ASİSTANIYLA YOLA ÇIKMIŞ.
ÜNLÜ RESSAM VE ÇIRAĞI YOLDA GİDERKEN KARŞIDAN GÖRÜNEN TOZ BULUTUNU MERAKLA İZLEMİŞLER .TOZ BULUTU ARALANDIKÇA BÜYÜK BİR ORDUNUN ONLARA DOĞRU GELDİĞİNİ FARK ETMİŞLER.HIZINI ALAMAYAN KÜÇÜK İMPARATOR .ATINI ANİDEN DURDURUNCA RESSAMIN ÖNÜNDE BÜTÜN SEÇMEN ORDUSUDA ANİDEN DURMUŞ VE BÜYÜK BİR TOZ BULUTU ORTALIĞA YAYILIVERMİŞ.GÖZ GÖZÜ GÖRMEZ OLMUŞ.TOZ ARALANIP SEYREKLEŞTİKÇE BİR KRAL SEÇMEN ORDUSUYLA VE BİRDE RESSAM ÇIRAĞIYLA ORTADA KARŞI KARŞIYA GÖRÜNMEYE BAŞLAMIŞLAR.
İMPARATOR DUR DEMİŞ.’’SEN ARADIĞIM RESSAM SIN VE SENİ ÖLDÜRECEĞİM ‘’ DEMİŞ.
RESSAM :’’BEN SADE BİR VATANDAŞ VE KENDİ HALİNDE BİR RESSAMIM , HİÇBİR SUÇ İŞLEMEDİM Kİ…..’’ DEMİŞ.
‘’HAYIR SEN CEZALISIN VE ÖLDÜRÜLECEKSİN’’ DEMİŞ .İMPARATOR
‘’ OHALDE ANLAT NEDENİNİ ‘’ DEMİŞ RESSAM.
İMPARATOR:‘’YALNIZCA SENİN TABLOLARINI GÖRME ŞANSIM OLDU.BABAM SENİN TABLOLARINI SATIN ALIR VE SARAYIN BÜTÜN DUVARLARINA ASARDI.ANCAK SOKAĞA İLK ÇIKTIĞIMDA DEHŞETE DÜŞTÜM.BENİM ÜLKEMİN KADINLARI AÇ VE SEFİL Dİ.OYSA SENİN TABLOLARINDA KADINLAR VE ÇOCUKLAR DAHA BAKIMLIYDI.SOKAKLARIMI ÇAMUR İÇİNDE VE ÇÖPLERDEN GEÇİLMEZ HALDE BULDUM.OYSA SENİN TABLOLARINDA HİÇ BİR ÇİRKİNLİĞE RASTLAMADIM.SOKAKLAR TEMİZDİ VE ÇİÇEKLERLE SÜSLENMİŞTİ. .İNSANLARIMIN YÜZDE 63 ‘ HERŞEYE MUHTAÇ YEŞİL KARTLA YAŞIYOR,KİMİ AYAKTA TEDAVİ GÖRÜYOR, KİMİ HASTAHANE KAPILARINDAN GERİ DÖNÜYORDU.HATTA SON GÜNLERDE DE SICAKTAN İŞKENCE ÇEKEN HALKIM HERŞEYİ SİNEYE ÇEKİP HASTAHANEYE KLİMA BİLE ALMIŞLAR.SOKAKLARI DOLAŞIRKEN YERDE SÜRÜNEN HASTALARI DİLENCİLERİ VE DELİLERİ GÖRÜNCE ALADIM Kİ BEN; SEFALET DOLU BİR KENTİN İMPARATORUYUM.SENSE MUTLU VE ZENGİN BİR KENTİN KRALISIN.ONUN İÇİN SENİ ÖLDÜRMELİYİM.’’DER.
‘’FAKAT SENİ ÖLDÜRMEDEN ÖNCE SANA GENÇLİĞİNDE YARIM BIRAKTIĞIN BİR TABLOYU TAMAMLATTIKTAN SONRA ÖLDÜRECEĞİM. ‘’DİYE DE SÖZÜNÜ TAMAMLAMIŞ İMPARATOR.
TABLO RESSAMIN ÖNÜNE KONULUNCA RESSAM ŞAŞIRMIŞ. ‘’BU BENİM ACEMİ YILLARIMDA YAPTIĞIM TABLO’’ DEMİŞ KENDİ KENDİNE.
ÇIRAĞI O SIRARALAR USTASI ÖLDÜRÜLMESİN DİYE BİR SEÇMENLE TARTIŞMA İÇİNDEYMİŞ VE SEÇMEN ASKER KIZIP ÇIRAĞIN KAFASINI UÇURMUŞ.
RESSAM ‘’EYVAH BEN ÇIRAKSIZ NE YAPARIM. BOYALARI ÇIRAĞIM KARIŞTIRIRDI ‘’DEMİŞ. İMPARATOR BİR İŞARETLE SEÇMENLERDEN BİRİNE RESSAMA YADIM ETMESİ İÇİN EMİR VERMİŞ.
RESSAM TABLODA BİR DENİZ ,BİR DAĞ VE BİR BULUT GÖRMEKTEDİR.DENİZ DURGUNDUR.BULUT HAREKETSİZ DİR.TABLO YA IŞIK ,RÜZGAR VE DALGA GEREKMEKTEDİR.
FIRÇAYI ALIR BÜYÜK BİR HEYECEANLA TUVALE FIRÇA DARBELERİ İNDİRMEYE BAŞLAR . .IŞIK GÖZLERİ KAMAŞTIRACAK KADAR ŞİDDETLENİR.
RÜZGAR BULUTLARI BİR O YANA BİR BU YANA SAVURMAYA BAŞLAR.DENİZ DALGALANMIŞTIR. USTA RESSAM KENDİNİ TUTAMAZ ,DALAGALARI TUFANA ÇEVİRİR.DENİZİNİN DALGALARI TABLONUN DIŞINA TAŞMAYA BAŞLAR.DENİZ, RESSAMIN FIRÇASINDAN KURTULMUŞ ,TAŞMAYA BAŞLAMIŞTIR.ARTIK RESSAMIN BİLE DALGALARI DURDURMA ŞANSI YOKTUR.
DALGALARI İZLERKEN RESSAM BİR KÜÇÜK KIRMIZI NOKTANIN ONA DOĞRU GELDİĞİNİ GÖRÜR.KIRMIZI NOKTANIN ,ÇIRAĞIN BOĞAZININ KESİK YERİNİ GİZLEYAN BİR KIRMIZI FULAR OLDUĞUNU GÖRÜR .BİR SANDAL VE ÜZERİNDE ÇIRAĞI BAĞIRMAKTADIR .RESSAMA ‘’HADİ SANDALA ATLA SEN ÖLDÜRÜLMEMELİSİN USTAM .BAŞKA ÜLKELER BAŞKA DİYARLAR BİZİ BEKLİYOR.TUT ELİMİ ÇIK SANDALA’’ DEMİŞ .USTA RESSAM SANDALA ATLAMIŞ BERABER KÜREK ÇEKMİŞLER VE ÇOK UZAKLAŞARAK BAŞKA GÜNEŞLİ ÜLKELERE DOĞRU YOLALMIŞLAR..
YENİ ÜLKELER KEŞFEDİP YENİ TABLOLAR YAPACAKLARMIŞ .YARATIM YOLUNDA DAHA BAŞKA BOYUTLAR ,ZAMANLAR ONLARINMIŞ ARTIK.MUTLU OLMANIN TEK YOLUNUN YAŞADIĞIMIZ YERYÜZÜNE BİR İZ BIRAKMAK OLDUĞUNU BİZLERE HEP HATIRLATACAKLARDIR SANIRIM .
TABLODAN TAŞAN SULAR SEÇMENLERİ SULAR ALTINDA BIRAKIR.SULARÇEKİLİNCE SULAR ALTINDA KALAN SEÇMENLERİN OLAYLARDAN HABERLERİ BİLE YOKMUŞ .GEÇEN ZAMANI HİÇ HATIRLAMAZLARMIŞ .YALNIZCA DENİZ SUYUNUN ,ETEK UÇLARINDA BİRİKTİĞİ İMPARATOR OLAYLARI HATIRLAR. İMPARATOR ETEKLERİNDE Kİ DENİZ SUYUNUN KÖPÜKLERİNE UZUN UZUN BAKAR.
İMPARATOR FARKINDADIR.
FAKAT YALNIZCA FARKINDADIR.
YAPACAK HİÇBİR ŞEYİ YOKTUR.ÇARESİZDİR.YERYÜZÜNE KENDİ İZİNİ BIRAKACAK YETENEĞİ YOKTUR.BİR ESER BIRAKMA ŞANSI YOKTUR.
HATIRLAMAK VE FARKINA VARMAKTAN BAŞKA HİÇBİRŞEYİ YOKTUR.
BİZLER BU MASAL KAPISINDAN ÇIKARKEN İMPARATORUN FARKINDALIĞININ PEK DE ÖNEMLİ OLMADIĞI KANISINDAYIM.
İMPARATORUN SEÇMENLERİNİN , HİÇBİRŞEYİ HATIRLAMAMASI DÜŞÜNDÜRÜCÜDÜR SADECE .
KİM BİLİR ÖYLE GİDERSE KAÇ YÜZYIL BU KENT İNSANLARI HAYAL KIRIKLIĞI İLE YAŞAMAYA DEVAM EDECEK.
NE DEMİŞLER ‘’TARİHTEN DERS ALMAYANLAR ,ONU TEKRAR YAŞAMAYA MAHKÜMDÜRLAR.’’
BİR ŞAİR OLSA DA ŞİİRLE UYANDIRSA BİZİ.
……………GÖZLEMCİ
SİİRT: MUHATAÇ İNSANLAR ÜLKESİ.
Siirt'te yeşil kart alan vatandaşların sayısı 165 bini aşarken, nüfusun yaklaşık yüzde 63'ünün yeşil karta sahibi olduğu belirtildi.
260 bin civarında nüfusa sahip Siirt'te, bu yılın ilk 6 ayında ayakta tedavi olan yeşil kartlılar için 2 milyon 801 bin 353 YTL, yatarak tedavi olanlar için ise 4 milyon 433 bin 634 YTL olmak üzere toplam 7 milyon 234 bin 987 YTL harcama yapıldığı belirtildi.
kaynak:zaman(Cihan)
Cigor ,Türkmen ve Arap kökenli Siirt halkının mahalli bayramlarından birinin adıdır. Siirt nufusunun bir bölümünü oluşturan Ermeni halkının Paskalya günlerine denk düşerdi. Ermeni halkının oruç tuttuğu günlerdir.Oruç süresi 40 gündür.40 ıncı günün sonunda evlerde ‘’kitel ‘’ dediğimiz yemek yapılır.Ermeni halkı Proteyinli yiyecekler yemiyerek oruç tutarlardı.Türkmen ve Arap kökenli Siirtliler de Cigor bayramının ilk gününde ‘’cokat ‘’denilen yağlı bir yemek türü yaparlardı.Bu yağlı yemek yine yöresel adı’’bumbar’’ ve ‘’zımbılok’’ adı ile bilinir. hayvan bağırsak ve miydesinden yapılırdı.Bumbar kesilen hayvanın miydesinden,zımbılok ise ince bağırsağından yapılırdı.Önceden temizlenmiş, tuzlanarak kurutulmuş veya taze olarak itinayla temizlenmiş kalın bağırsakların bir ucu dikilir. Yıkanmış ıslak pirinç, karabiber , maydanoz ve kıyma ( elle ince doğranmış et ) karıştırılarak bağırsak içine doldurulur. 30-40 cm. olacak şekilde öbür ucu da dikilir.
Bağırsağın hava almasını sağlamak için çeşitli yerlerden şişle delik açılır ve kazanda ılık su içine bırakılır. Bir buçuk saat kadar kaynatılarak pişirilir. Bağırsaklar dolgun vaziyete geldiği zaman ateşten indirilir. Kaynar sudan alınan bumbarlar geniş bir kabın içine konur ve üstü bir bezle örtülerek 20 dakika dinlendirildikten sonra servis yapılır.yanında halk tabiriyle hoşaf ,başka adı komposto ile yenmesine doyum olmaz.bu yemekler halen Siirt ve Mardinde yapılmaktadır.
Türkmen ve Arap halkı Cigor Bayramında ‘’Rasıl Hacer’ a gidilir..Burada yemekler yenir ,içilir.Şarkılar söylenir.Kuru yemiş bol miktarda getirilir.Yemekler ve kuruyemişler ,tatlılar(rayoşmiketip,baklava vs) herkese dağıtılırdı.Cigor bayramında çocuklar gündüz vakti tekerlemelerle çaldıkları kapılardan asma dalları toplarlardı.Bu toplanan çalı çırpılar mahalle aralarında toplanırdı ve bu toplanan çırpılar bazen metrelerce yüksek olurdu.Ateşe verildiklerinde Siirt yangın yerine dönerdi.Gece karanlığında da ‘’suke’’ dediğimiz yaşlı asma ağaçlarının gövdeleri ateşe verilir damlarda yakılarak dönderilirdi.Siirt’i tepelerinden birinde izlediğinizde sokaklardaki ve damlarda ki yanan ateşlerin görüntüsü karşısında dehşete düşerdiniz.Gökyüzündeki yıldızlarla yeryüzündeki ışıklar bir birine karışırdı.Damlarda yanarak dönenen ateşler yıldızları da beraberinde sürüklerdi gecenin karanlığına .
Gece boyunca yanan ateşler gecenin geç saatlerine doğru köz olduğunda toplanan halk ateşlerin üzerinde yürüme ve atlamaya çalışırlardı.O yılların Siirt’i kozmopolit bir yapıya sahipti.Halklar birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı.Karşılıklı farklı tavırlara bile bir espiri değeri olarak bakılırdı.Bu kin ve düşmanlığa neden olmazdı.Siirt halkı kozmopolit oluşuyla çok zengin bir halktır.Türkmen ve Arap kökenli halkların diğer halklarla da akrabalık ilişkisi olmuştur.
Branford Marsalis
Branford Marsalis, müzisyen bir ailenin başarılı bir üyesi. Beş kardeşinden biri olan Wynton Marsalis, çok ünlü bir trompet sanatçısı. Aslında özellikle 1990’lardaki klasiğe dönüş akımının öncülerinden olan Marsalis, jazz’da olduğu kadar klasik müzikte de başarılı bir sanatçı. Aynı zamanda, eğitmen ve lider kişiliğiyle de jazz dünyasında çok saygı duyulan bir müzisyen. Wynton ve Branford kardeşler, küçük yaşta müziğe başlamışlar; özellikle kendisi de piyanist olan babalarının desteğiyle müzik eğitimi alan Branford ve Wynton, kariyerlerinin devamında da hem almış oldukları eğitimden ötürü, hem de ailelerinin desteğinden ötürü hızla yükselmeyi başarmışlar.
Kardeşlerden Branford’a tekrar dönersek; Branford, günümüzde dünyanın en prestijli jazz okullarından biri olarak kabul edilen Berklee School of Music’te eğitim gördü. 2 yıl süren eğitim dönemi içerisinde, 1980 yazında Art Blakey’nin big band formatında olan orkestrasıyla Avrupa turnesine çıkması, Marsalis’in müzik kariyerindeki önemli dönüm noktalarından biri olarak gösterilebilir. Art Blakey’le olan çalışması ve Berklee’deki başarısı dolayısıyla birçok ünlü ve köklü jazz müzisyeninin dikkatini çeken Marsalis, aynı yılın kış aylarında da Lionel Hampton’la birlikte yine big band formatında çalışma fırsatını yakaladı.
Berklee’deki eğitiminden geriye kalan zamanlarda profesyonel sanatçılarla konserler veren Marsalis, 1981 yılının yazında ise Art Blakey’le yine turneye katıldı, aynı zamanda da Clark Terry ile de çalışma fırsatını buldu.
1984 yılında ilk albümünü kaydeden Marsalis’e eşlik eden sanatçılardan birçoğu, günümüzde de jazz dünyasının en önde gelenlerinden birkaçı. Scenes In The City adlı albümde yer alan bu sanatçılardan bazıları Mulgrew Miller (p), Kenny Kirkland (p), Jeff “Tain” Watts (d), Ron Carter (b), Robin Eubanks (t). Bu albümden sonra, Marsalis farklı bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Sting’le birlikte Kenny Kirkland, Omar Hakim, Daryl “Munch” Jones ile bir topluluk kuran Marsalis, bu toplulukla Dream of the Blue Turtles ve Nothing Like the Sun albümlerini kaydetti.
Branford Marsalis’in müzisyen kişiliğinin yanı sıra, politik görüşlerini korkusuzca dışa vurması ve dünya barışına ve açlığa dikkat çekmek için düzenlenen Live Aid ve Freedomfest gibi konserlere katılması da bu sanatçının çağdaşlarıyla arasındaki farkını ortaya koymaktadır.
1980’lerin ikinci yarısında, Herbie Hancock’un topluluğuyla (Ron Carter, Tony Williams, Al Foster) turneye çıkan sanatçı, bu yıllar içerisinde birçok albüm kaydı gerçekleştirirken üç kez de Grammy ödülüne aday oldu. Romances for Saxophone albümüyle Faure, Ravel, Debussy gibi klasik batı müziği bestecilerinin eserlerini yorumlayan Marsalis, aynı zamanda jazz otoritelerinden ağır eleştiriler aldı bu dönem içerisinde. 1990 yılında, NBA All-Star maçında Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal marşını çalması, ya da dizi ve film müzikleri yazması, Marsalis’in sadece jazz değil, biraz daha orta yola yakın bir müzisyen olduğunun göstergeleriydi.
1990’lı yıllarda yine defalarca Grammy’e aday gösterilen sanatçının birçok albümü yayınlanmasına rağmen, kendisi için en çok anlam ifade eden albüm kuşkusuz Loved Ones’tı. Küçük kardeşi Delfayo Marsalis’in yapımcılığını üstlendiği bu albümde, babasıyla düet yapan Marsalis, Stella by Starlight, Laura, Sweet Loraine gibi jazz standartlarını yorumladı.
Marsalis’in müzisyen kimliğinin yanı sıra, kardeşi Wynton Marsalis gibi eğitmen kimliği de öne çıkmıştır. 1996 yılında Michigan Üniversitesi’nde yarı zamanlı çalışmaya başlayan Branford Marsalis, 4 yıl boyunca bu görevi sürdürmüş ve birçok genç jazz müzisyenine yol göstermiştir. Tabi bu sırada profesyonel hayatın da içinde olan sanatçı, 1997 yılında Columbia Jazz şirketinin yaratıcı danışmanı olmuştur. Özellikle bu şirketin yeni çıkaracağı albümleri, tarzlarını ve müzisyen seçimlerini belirlemesinde önemli rol oynayan Marsalis, bu dönem içerisinde de birçok genç jazz müzisyeninin Columbia Records ile anlaşma yapmasına ve albüm çıkarmasına vesile olmuştur.
Müzik hayatı içerisinde üç Grammy ödülü kazanan, defalarca da çeşitli kategorilerde bu ödüle aday gösterilen Marsalis, eğitimci olarak kariyerine 2000 yılından beri San Fransisco State University’de devam etmiş, aynı zamanda da Amerika Birleşik Devletleri’nin çeşitli eyaletlerinde bulunan üniversitelerde yarı zamanlı olarak ders vermiştir. Aynı zamanda, çok çeşitli alanlarda albüm kaydetmeye devam eden müzisyen, klasik müzik eserlerini yorumlamaya devam etmiş ve bu süreç içerisinde çok başarılı işler ortaya koymuştur. 2001 yılının Mart ayında yayınlanan Creative albümü, özellikle jazz’dan esinlenmiş klasik müzik bestecilerinin eserlerinin yorumlarını içermektedir ve Marsalis’in jazz kayıtları kadar beğeni toplamıştır.
Marsalis’in müzik kariyeri hızla devam etmekte, eğitimci olarak da gençlere danışmanlık yapmayı, onlara yol göstermeyi ve liderlik etmeyi sürdürmektedir. Bunların yanı sıra, Columbia Records’da edinmiş olduğu deneyimi, kendi istekleri doğrultusunda yansıtmak isteyen müzisyen, 2002 yılında Marsalis Records adlı şirketi kurdu. Özellikle büyük plak şirketlerinin dışladığı, yaratıcı ve genç müzisyenlerle birlikte çalışarak onlara imkan sağlamayı amaç edinen Marsalis Records’da aktif olarak rol alan Branford Marsalis, bu konudaki en büyük desteği babası Ellis Marsalis’tan aldığını belirtmekte
‘’ SİİRT’İN DELİLERİ’’
Siirtin daha doğrusu , Siirtli olan herkesin en büyük sorunu değişmemek ve kendini geliştirememek.Çok iyi ve meziyetli olan insanların çoğunlukta olduğu bu şehirde biraz acımasız ve ölçüsüz insanlar da olabilir.İnternette ’’You tube.com’u’’ dolaşırken karşıma ‘’Siirt delileri’’ klipleri çıkınca şaşırmadım.Şeyh Halef mahallesinde geçen Çocukluğumu anımsıyorum.Bir akıl hastası kadın vardı.Adı’’Cemile venno’’idi.Neden akıl hastası olduğu çok ta önemli değildi benim için.İnsanların statülerini de pek önemsemem.Genellikle insanların hümanist yanlarına ve ne ürettiklerine, yaşama ne taşıdıklarına bakarım.
Evet bu akıl hastası ,mahallede ki çocukların hep lafla tacizine maruz kalırdı.’’Cemile venno’’ yu kızdırmak için bir tekerlemeyi söylemek yeterliydi.Cemile venno sinirlenerek küfür ve taşla karşılık verir sonrada daracık sokaklarda gözden kaybolurdu.Çocuklar taşlanmanın , aşağılanmanın heyecanını, coşkusunu , zafer çığlıklarıyla yaşar önemli bir zaferi kazandıklarını sanırlardı.
Bu çocukları hiç sevmedim.Onlar yıllarca kötü bir anı olarak belleğimde kaldılar.
Bu çocuklar da büyüdüler fakat asla kötü huylarından vazgeçmediler.Şimdi de akıl hastalarının, herşeyden önce bir insan olduklarını hiç anlamak istemeden kliplerini çekip yayınlıyorlar.Akıl hastalığı,şizofren ,manik depresif gibi (bilinç yarılmaları) rahatsızlıkları yaşayan insanların ,bizler tarafından daha çok korunmalarına ihtiyaç vardır.Biz Siirtliler akıl hastalarımızı herkese teşhir ederek zevk alınmalarını sağlayan ve zevk alan bir toplum değiliz ve olmamalıyız .Onlara daha şefkatli davranıp korumacı olmalıyız.Akıl hastalarını teşhir eden kişilerin bence sorunları var.Herşeyden önce Siirtli adı altında bu tip şeyleri yayına koymadan önce düşünülmesi gerektiğini hatırlatmak isterim.
Yard. Doç. Dr. Haluk Sağlamtemir başkanlığındaki 15 kişilik kazı ekibi önemli sonuçlara ulaştı. M.Ö. 8000-7000 yıllarına kadar uzandığı tespit edildi. Kazı yapılan Botan nehri kıyısındaki höyüğün M.Ö. 6000’li yıllarda yerleştiği ve bu höyüğün Van Gölü havzasından çıkarılan obsidyen adlı volkanik bir taşın işlenerek pazarlandığı önemli bir merkez olduğu belirtiliyor. Yard. Doç. Dr. Haluk Sağlamtemir, “Siirt Türbe Höyük kazıları Ege Üniversitesi tarafından gerçekleştirilmektedir. Ilısu Barajı altında kalacak olan bu alanda DSİ ve Siirt Valiliği’’nin destekleri ile kazılar yapılıyor. Bu kazılar 2008 yılına kadar sürecek. Burada çok önemli bulgulara ulaşıldı. Burası Van Gölü havzasında volkanik dağlardan çıkarılan obsidyen denilen volkanik bir taşın işlendiği Mezopotamya bölgesine pazarlandığı bir yer. Obsidyen Neolotik çağda çelik endüstrisinin yerini tutmaktaydı. Milattan önce 6000’li yıllardan beri kullanılan höyükte bu yıl yapılan çalışmada M.Ö. 1000 yıla tarihlenen dönem açığa çıkartıldı. Burası Urartu ile çağdaş Asur yerleşim birimidir. Urartular ile Asurlular arasında tampon bölge olmasına rağmen elde edilen veriler burasının Asur egemenliğinde olduğunu göstermektedir”
Türbe Höyük, Siirt il merkezine 27 km. uzaklıkta ve Siirt’in güneyinden akan Botan Nehri’nin kıyısında yaklaşık 100 x 40 metre boyutlarında yeralır. Höyük, Botan Nehri’nin Dicle Nehri ile birleştiği noktadan 2 km kadar kuzeydedir. Bu konumu nedeniyle Botan Vadisi boyunca kuzeye veya güneye ulaşılan önemli bir geçiş noktasında bulunmaktadır.
2002 yılı çalışmaları Türbe Höyük kazısının ilk yılı olmasından dolayı höyüğün topografik planı çıkartılmış, höyüğün batı ve doğusunda toplam 6 açmada kazı çalışmaları sürdürülmüştür. Ayrıca höyüğün batısında Botan Nehri boyunca uzanan yaklaşık 80 m. uzunluğunda ve yaklaşık 3 m. kalınlığındaki sur duvarlarında da temizleme çalışmaları yapılmıştır. 1, 2 ve 3 no’lu olarak adlandırdığımız açmalarda tabakalanmayı anlamak açısından kuzey-güney doğrultusunda höyüğün en yüksek noktasından güneye doğru devam etmiştir. Batı tarafta bulunan 4, 5 ve 6 no’lu açmalar ise sur duvarını ve duvarın arkasında bulunan yapıları açığa çıkartmaya yönelik gerçekleştirilmiştir.
Türbe Höyük adından da anlaşılacağı gibi höyük üzerinde bulunan mezarlardan dolayı yerel olarak bu isimle bilinmektedir. Bu nedenle, kazı yapılan tüm alanlarda çok sayıda Ortaçağ mezarı ortaya çıkartıldı. Ortaya çıkartılan iskeletlerin büyük kısmı çocuk iskeletleri olup, genellikle doğu-batı yönüne sırtüstü yatırılmışlardır. İskeletlerden bazılarının üzerinde 4 veya 5 taş sırasından oluşan plaka taşlar bulunmaktadır. Bazı iskeletlerin kollarında ve boyunlarında cam boncuk ve bilezikler ortaya çıkartılmıştır. Höyük üzerinde Ortaçağ’a tarihlenebilecek mimari tabakalar veya keramik bulunmamasından dolayı, höyük alanının Ortaçağ’da yalnızca mezarlık alanı olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Ortaçağ mezarlarının hemen altında, iskeletler tarafından kısmen tahrip edilmiş taş yapılar ortaya çıkartıldı. Bu taş yapılar höyüğün batısını çevreleyen 80 m uzunluğundaki sur duvarı ile birlikte yapılmışlardır. Sur duvarının doğusunda bulunan mekanların duvarları, aynı zamanda sur duvarlarına destek görevi görmektedir. Sur duvarı ve doğusunda bulunan mekanların yapımı için açılan temel çukurları da höyük üzerindeki erken tabakaların tahrip olmasına neden olmuştur. Sur duvarının doğusunda bulanan yapıların taş duvarları 2 m'ye kadar korunmuştur. Bu mekanlardan birinin içinde kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanan ve yapım tekniği açısından aynı özelliklere sahip olan bir mekan ortaya çıkartıldı. Bu mekanın varlığı surun arkasında bulunan yapıların en azından iki evreli olabileceğini ve erken evrede yerleşimin surla çevrili olmadığını göstermektedir. Sur duvarı höyüğün güney kısmında köşe yaparak bitmektedir. Bu alanda tabanı küçük dere taşları ile döşeli küçük bir bölümün sur ile çevrili yerleşim alanına giriş için kullanıldığını düşünmekteyiz. Sur duvarı ve arkasında bulunan yapılar için yapılan ilk gözlemler Roma Dönemi öncesine tarihlenebileceğini göstermektedir.
Kazı çalışmaları boyunca yoğun olarak Halaf ve Ubaid Dönemi’ne tarihlenen keramikler ortaya çıkartılmasına rağmen mimari olarak bu tabakalara ulaşılamamıştır. Özellikle iskeletlere ait mezar çukurlarının kazılması sırasında yüzeye çıkan keramiklerle birlikte yine bu dönemlere ait işlenmiş ve işlenmemiş çok sayıda çakmaktaşı ve obsidyen alet bulunmuştur. Bu nedenle Botan Vadisi’nin, Van Gölü civarında bulunan obsidyenin güneydeki bölgelere, Halaf ve Ubaid kültürünün ise kuzeye yayılımı açısından önemli bir geçiş yolu olduğunu söyleyebiliriz. Türbe Höyük bu stratejik konumunu özellikle İ.Ö. 5. ve 4. Bin boyunca sürdürmüş görünmektedir.
ÇAĞDAŞ SANATLAR FAUARI 2007
CONTEMPORARY İSTANBUL
28 Kasım 2007/2 Aralık 2007
Dünyanın en genç sanat fuarları arasında yer alan ve şimdiden temsil ettiği bölgenin en önemli sanat fuarı olmaya aday Contemporary Istanbul, 2007 senesinde daha da fazla sanatseverle buluşmaya hazırlanıyor. 2006'daki başarılı açılışının ardından, İstanbul'daki güncel sanat ajandasını da takip ederek sanat piyasasının en aktif dönemlerinden Kasım sonunda, Contemporary Istanbul'07 karşınıza çıkıyor.
Contemporary Istanbul 2007 bir önceki fuarın başarısını temel alarak, 28 Kasım-2 Aralık tarihleri arasında kapılarını açacak. Batı ve Kuzey dünyası kadar Doğu ve Güney dünyasından da galerilere ev sahipliği yapacak olan CI'07, 2006'ya oranla daha fazla kurumu ve etkinliği Lütfi Kırdar'ın çatısı altında birleştirmeyi ve sanatseverlere tartışma panellerinden müzik gecelerine kadar gösterilen sanatı destekleyecek yan aktiviteler sunmayı hedefliyor.
Contemporary Istanbul'un çağdaş sanat dünyasında oluşturmayı umduğu kültürlerarası diyaloğun binlerce yıllık sembolü, Doğu ile Batı'nın birleşme noktası olarak tarihte eşsiz bir yer edinmiş olan İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazırlanırken Türk ve dünya sanatını buluşturacak bu fuara ev sahipliği etmek için ideal bir nokta olarak öne çıkıyor.
Çağdaş sanatı temsil eden galerilerin ve sanatçıların yanı sıra, sanat dünyasını takip eden bütün sanatseverleri, küratörleri, kolektörleri ve eleştirmenleri, 2007 yılında da Contemporary Istanbul'a bekliyoruz.
‘’M. DERVİŞ KUNTMAN’IN SİİRT’TE İLİŞKİN
HATIRALARI ÖNYARGIYA DAYANIYOR.’’
Siirtlilerin çok garipsenecek adet ve ananeleri olmamıştır. M.Derviş Kuntman’ın araştırma yapmadan yazdıkları ; Siirt halkının hoşgörü ve espiri yanını kavramaktan uzak bir anlayışla kaleme ,alelacele alınmış hatıra notlarıdır.
Anadoluda kültürel farklılıklar gösteren toplumlar yaşadı ve yaşar.Mimari de bu toplumların yaşam biçimine ve ihtiyaçlarına göre düzenlenir.Tasarım espirisinin altında inanç önemli bir faktördür.
Anadolunun bir kasabasında yaşadığınızı farzedin.Söz gelimi Elazığ şehrine bağlı Palu kasabasındasınız.Gece yarısı silah sesleri ile uyandığınızı düşünün. silah sesleri bir isyan ve katliamı hatırlatıyorsa veya kısacası kötüye yorumluyorsanız bundan o toplumu yeterince tanımadığınız anlaşılır. ’’Bu bir isyandır.Silah kullanıldığı için bu Halk barbardır ‘’diye düşünmeye başladığınızda bu halka haksızlık yapmış olursunuz.Bilimsel bir şey yazmazsanız bile bir hatıra notunun vicdani muhakemesi vardır.M.Derviş Kuntman böyle bir hatayı yapmıştır. Oysa Elazığ ilimize bağlı bir kasaba olan Palu da Gece yarısı silah seslerini duymuş olmanız çok masum bir geleneğin göstergesidir.Ay tutulmuştur.Ay tutulduğunda Güneş Kültü ve öncesi hakim dönemlerde sokaklara çıkan halk kötü ruhları kovalamak için teneke çalarlar.Çıkardıkları gürültüyle de kötü ruhları kovaladıklarına inanırlarmış.Bu inanç günümüze kadar değişerek geliyor.Ellerinde mavzer veya av tüfekleri ile havaya ateş açarak aynı geleneği sürdürmeye çalışıyorlar.Korku bir başka anlamda bir tür eğlenceye de dönüşüyor.İyi bir şair olan Murathan Mungan’ın şu dizelerini hatırlıyorum.’’Vahşilikte vahşet değil ,düş ve mahremiyet vardır.’’ Vahşilik masumdur ,asıl korkunç olan vahşettir. Palu ve çevresindeki ; ‘’korku’’ögesine dayanan gelenek yerini eğlenceye bırakıyor.Vahşilik dediğimiz olgu ‘’korku ‘’ögesini bir süre sonra ortadan kaldırıyor.Oysa içinde bulunduğumuz küreselleşme sürecinde ortadoğu üzerinde yaratılan vahşet daha uzun süre kendinden bahsettirecek.İzleri asla unutulmayacaktır.Kapitalizim her gün her dakika satmak üzere ‘’korku ‘’üretiyor.
M.Derviş Kuntman Siitli kadınların minareye çıkarak’ hep bir ağızdan “Ya Kevkebi, Ya Kevkebi, İc’al zevc’i himaren irkebi” diye bağırdıklarını anımsatıyor ve buradan kadınların ezildiği yorumunu yapıyor.Geçmişte kadınların minareye çıkarak söyledikleri gerçeğini kimse inkar etmiyor.Hatta bu anıları anımsamak bizleri daha da mutlu ediyor.Hoş görünün esamesi bile ortada yokken.Bu söylem bir tür espiri ve evlerdeki otoritenin höş görü ve şakalara katlanma sabrının göstergesinden başka bir şey değil!. Bunu kadınların ezilmesine yorumlamak biraz haksızlık değil mi sizce. Siirt yüz yıllardır medeniyetlerin beşiği olmuştur.Siirt halkı farklı inanaçlara bağlı toplumlarla yıllarca beraber yaşamayı bilmiş hoşgörülü bir toplumdur.Ermeni ve Kürt halklarıyla yüzlerce sene beraber yaşamışlardır.Fanatizmin ,gericiliğin ,ırkçılığın bu toplumda yeşermesi sözkonusu olmamıştır.Siirt halkının bir kesimi dindardır evet fakat dinci değildirler.
Aileler sayılıdır .akraba evliliği nedeniyle sosyal ilişki çok sıcaktır.Siirtte farklı soyadları olmasına rağmen, ‘’bir aile’’ özelliği taşırlar.Herkez biribiriyle akrabadır.Ve aydın kişilerin ,sülaleler üzerinde çok büyük etkisi olmuştur.Genel olarak Kadının ezilmesi konusu değildir.Siirt aile anlayışında kadına büyük önem verilir.Gizli bir anaerkil yapı hakimdir.Avlulu geniş evlerde aile fertlerinin ‘’immi’’ dedikleri bir anneanne veya babaanne vardır. Bağbozumundan sonra kurutulmuş her gıda maddesinin depolandığı odanın anahtarı ‘’immi’lerin elindedir.’’immi’’ler tatlı sert mizaçlarıyla eve gelen gelin veya damatların uyum sağlamalarında büyük önem arzederler.
İmmiler ‘’Dede’’lerin sevgi ve şefkatlerini gizledikleri, mesafeli ve ciddi mizaçlarına ,görünür yumuşaklık ve şefkat katarlar.
Siirt halkı barışçıl bir halktır.Bir kolu Mardinli olan bir kavmin çocuklarıdır. Ortadoğuyu terkedip Botan bölgesine geldiklerinde karşılaştıkları Ermeni halkı ile çok çabuk kaynaştılar.Şimdiki Selçuklulardan kalan Ulu caminin arkasında bir kilise mevcuttu.Bu kilise resmine bir dönem Siirt Milletvekilliği yapmış ressam ‘’Şevket Dağ’ın bir tablosunda rastlarsınız.Siirt’te İnançlar farklı olasına rağmen bir sorun yaşanmazdı.Zaten ortadoğuya baktığınızda farklı inançta insanların barış içinde bir arada yaşadıklarını göreceksiniz.Yeter ki dış güçler karıştırmasın.
Siirtliler yıllardır muhalefet partilerini destekliyerek kaybettiler. Şimdilerde hep iktidar partilerine oy veriyor ve destekliyorlar.Bu süreçte de kaybettiklerini ve kaybedeceklerini anlayacaklar. Dilerim çok geç olmadan.
Biz Siirtlilerin hayatında hep hayal kırıklıkları vardır.
Çocuk yanımız en kırılgan yanımız olmuştur.Ne yapalım biz Siirtliler!
ortadoğunun düş çocukları
en kırılgan yanımız en saf ve en insancıl olan yanımızdır.
Eski Siirt fotoğraflarına bakarak güçlü bir empatiye bırakın kendinizi evlerin mimari özelliğinden dolayı odalara düşen mistik ışıklarında ruhsal yapımıza ait gizler yatar.İliklerinize kadar hissedeceksiniz.
Satırlarıma şimdilik son verirken şair Murathan Munganın bir sözünü anımsıyorum.
‘’Yüreğinize sorun sizi doğru adrese götürsün’’
………………………Devam edecek.
Siirt GÖZLEMCİSİ
Siirtevi.blogspot.com
‘
HİKMET ŞİMŞEK
1924'te Siirt'in Pervari ilçesinde doğdu. Müziğe ilgisi nedeniyle 1946 yılında Harp okulu'ndan ayrılarak Ankara Devlet Konservatuarı'nın kompozisyon bölümüne giren Hikmet Şimşek, E. Zuckmayer ve Ferit Alnar ile çalıştıktan sonra Adnan Saygun'un öğrencisi oldu. 1953'te mezun olan ünlü sanatçı aynı konservatuara öğretmen olarak atandı. Konservatuar orkestra ve korosunu yöneterek şefliğe ilk adımını atan Şimşek, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nı (CSO) başarılı bir şekilde yönetince dikkatleri üzerine çekti ve yurt dışına kursa gönderildi. 1959 yılında yurda dönünce de CSO'ya yardımcı şef olarak atandı. 25 yıla yakın bir süre boyunca CSO'daki şeflik görevinin yanı sıra, Ankara Devlet Konservatuarı'nda öğretmenliğe de devam etti.
Türkiye'de büyük çoğunluk onu pazar günleri TRT 1 ekranında yönettiği 'Pazar Konseri' ile tanıyordu. Şimşek'in bu konserlerinin en önemli özelliklerinden biri de çalacağı parçaları seyircilere anlatmasıydı. Bu onun kişiliğinin adeta bir göstergesiydi. Yaşamı boyunca çocuklardan büyüklere kadar her yaş grubuna müziği anlattı, icra etti. Müzik hayatına yaptığı önemli katkılar ve yurt dışında kazandırdığı itibar nedeniyle kendisine Devlet Sanatçılığı ve Profesörlük payeleri verilmiştir. Başarıları dolayısıyla ile pek çok ülke tarafından Liyakat Nişanları ile taltif edilmiştir.
Hikmet Şimşek sadece klasik müziğin Türkiye'de yerleşmesine katkıda bulunmamış, Türk besteci ve sanatçılarının yurt dışında da tanınmalarını sağlamıştı. Onların eserlerini yurt dışındaki orkestralarla icra etmiş ve plak kayıtlarını yapmıştı.12 Ekim 2001 tarihinde öldü.
…..Plak yapan ilk şef…..
Hikmet Şimşek klasik müzik alanında bir çok ilki başaran müzikçilerden biriydi. Türkiye'deki ilk müzik festivallerini yönetti. Evrensel müziğin yurt alanına yayılmasında öncülük ederek Ankara Radyosu Oda Orkestrası ile Çoksesli Korosu'nun ve televizyon müzik bölümünün kurulmasına hizmet etti. Bu kuruluşlarda iki yıl süreyle yöneticilik yaptı.
Hikmet Şimşek, İzmir, Çukurova ve Bursa Devlet Senfoni Orkestraları'nın da kuruculuğunu üstlendi. Sanatçı, çağdaş, evrensel Türk müziğinin gönüllü misyoneri olarak yurtiçinde sunduğu bini aşkın konser, radyo ve televizyon programlarının yanı sıra, yurtdışında yönettiği 200 kadar konserin büyük çoğunluğunda bu eserlerin tanınmalarını sağladı. Şimşek, Türkiye'deki birçok ilk etkinliğin yanı sıra, yurtdışında plak kaydı yapan ilk Türk orkestra şefiydi. Hikmet Şimşek, ressam Nihal Şimşek ile evliydi.
Ey Hayat
Sen şavkı sularda bir dolunaysın
Aslında yokum ben bu oyunda
Ömrüm beni yok saysın...
6 Mart 1967:
Van Gölü'nün kenarında Bitlis'in şirin bir ilçesi olan Ahlat'ta dünyaya geldi. Öğretmen bir babanın ve ev hanımı bir annenin altıncı ve son çocuğudur. Köy Enstitüsü mezunu olan babasının tayini nedeniyle İstanbul'a yerleşmişlerdir.
İnsan doğduğu yere benzer
Toprağını iten çiçeğe
Suyunda yüzen balığa...
Büyük bir vefa duygusuyla, Bitlis'in suyunu ve toprağını heybesinden hiç eksik etmeden, yine suyuna ve toprağına büyük bir aşk ve tutkuyla bağlanacağı ve üzerine şarkılar besteleyeceği; anılar biriktireceği bu şehirde eğitim hayatına başlamıştır.
İlkokul: Paşabahçe İlkokulu
Ortaokul: Paşabahçe Ortaokulu
Lise: Paşabahçe Ferit İnal Lisesi
Üniversite: İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümü
Onur Akın bütün bu dönemlerinde müzikle içi içe yaşamıştır. Aile bireylerinin müziğe olan yakınlığı yaşamında yön çizmiştir. Okul sıralarındaki müzik çalışmaları üniversite yıllarında GRUP BARAN'ın oluşumuna etkendir.
Fakültenin önü demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı
1987 yılında kurduğu grubun, 1989'da ilk albümü YEDİVEREN dinleyiciyle buluşmuştur. Vedat Türkali'nin 1944 yılında yazdığı BEKLE BİZİ İSTANBUL adlı şiir Onur Akın'ın bestesi ve yorumuyla, kendi alanında gelecek yıllara yürüyen bir klasik eser olmuştur.
Açardın yalnızlığımda
Mavi ve yeşil açardın
Yenerdim acıları kahpelikleri
Yıl 1991. Onur Akın, GRUP BARAN'la ikinci ve son albümleri olan KUYTUDA BAŞAK'ı yayınladı ve bundan sonra müzik çalışmalarına tek başına devam etti.
Küçük serçelerin izlerinde
Buluruz belki yaşam aşkını
Ya da hasta yataklarımızda
Su veririz belki birbirimize
Boş ver bunları bir tanem
Sen benimle ölür müsün
Yine aynı yıl öğrencilik yıllarında yol arkadaşı Hanife Sevim artık hayat arkadaşıydı
İnadına inadına
Seveceksin inadına
Yaşanan tüm umutsuzluklarda, kirlenmelerde, bozulmalarda, yaşamın sert karanlıklarında ışığı taşımıştır müziğiyle bizlere büyük bir umutla...
1993'te "Seni İstanbul Yapmalı" (Gözlerimde Bulut), 1995'te "Nereye Ey Güzel İnsanlar" adlı albümleri yayınlandı.
Sana Küçüğüm diyorum
Büyüklük senin yüreğinde
Ah canım kızım Eylül
Oy benim kızım Eylül
Yıl 1995. Ressam Hanife Sevim Akın ve müzisyen Onur Akın'ın kızları Eylül Türkü Akın, 1994'ü 1995'e bağlayan yılbaşı gecesi, bütün yıl dönümlerinin en güzel hediyesi olarak merhaba der annesine ve babasına.
Ayrılıklar eskidi
Biz eskidik
Aşk bize küstü usta
Ay tutuldu mavzerleri sıktılar
Kaldırıp bir başlarını baktılar
Terk etmişti yerlerini yıldızlar
Şat Deresi'nde pusuya çekildi sular
Halil'i vurdular! Halil'i vurdular!...
Fethiye çalış sahillerinde Akdenizin mavi sularına yüz , yıldızlarına ise el verir.Gece yarılarına kadar çalışır.Yanında en yakın dostlarından Çetin Bilgin ile ‘’Sason Mapushanesi’’ şiiri üzerinde çalışırlar.Aşk bize Küstü şarkıları bu sahillerde demlenir ve 1997 yılındada yayınlanır
Son vapurda ayrıldı limandan
Son tren içimi çizipte geçti
Yıl 1999. Onur Akın "Asi ve Mavi" adlı albümünü dinleyicileriyle paylaştı.
Ben yağmur yüklü bir bulutum
Kime çarpsam ağlarım
2000 yılı sonlarında yine hayatın bütün renklerini içinde taşıyan bir albüm olan "Ey Hayat" dinleyicileriyle buluştu.
Anadolu'dan aldığı bütün kültürel birikimi tüketmeden, yeniden ve kendi kimliğiyle üreterek, tekrar Anadolu kültür mirasına sunan Onur Akın diğer albümlerinde olduğu
gibi yepyeni besteleriyle dinleyicileriyle yeni bir buluşma noktası hazırladı.
Hey bakışı sevdalı
Hey duruşu yaralı
Seni kimden sormalı
Seni aşka yazmalı
Aşka yazılacak bütün yaşamların kıyısında özenle seçilmiş şiirler ve bestelerden oluşan son buluşma noktası "Seni Aşka Yazmalı" adlı albümüdür.
Onur Akın son albümünü uzun yıllardır düşünü kurduğu, her alanda onun hayata, sanata bakışını yansıtacak, üretimleriyle müziğin ve sanatın yozlaştırıldığı bu yabancılaşma ve kirlenme çağında kayalıklarda bir avuç toprağa tutunup direnen küçük bir incir ağacının duyarlılığını, direngenliğini taşıyacak Eylül Müzik'i kurmuştur.
Grup Baran sürecinden bugüne yurtiçinde ve yurtdışında verdiği konserlerle, samimi ve dürüst bir paylaşımı yaşadığı ve ülkenin her yerinde onu yalnız bırakmayan dinleyicileriyle birlikte, Seni Aşka Yazmalı adlı albümün konserlerine devam edecek ve bu incir ağacını yaşatacaktır.
Gün gecede bilenirmiş
Ve hasret sevdada
Dağlar dize gelirmiş
İnatla yürüdükçe
Yeter ki umut olsun
Yeniden dermanlar doğursun
Umut olsun
Olmaz değildir hiçbir şey....
SASON MAHPUSHANESİ
VE HALİL'İN DESTANI
Buradan bir tek adam
Kapısı demirden külçe
Yüksek kalın taş duvarlı
Ve üstelik penceresiz
Halil içerde böyle çaresiz
Sason Mahpushanesi
Önünde bir kırmızı dut
Sırtında Şat Deresi
Çocuk eğilmiş dut toplar
Sanki Halil'in düşlerini
Sıkıştırır çocuk yüreğine
Gerçek ve yalan aynı gecenin
İkiz çocuklarıdır benim ülkemde
Şeyh İkbal'in kısrağına
Binip kamçı vurdu Halil
Nal seslerinde koptu fırtınalar
İlk defa göründüler
Kutsal Melato Dağı'nda
Çıyanlar, yılanlar
Ay tutuldu mavzerleri sıktılar
Kaldırıp bir başlarını baktılar
Terk etmişti yerlerini yıldızlar
Şat Deresi'nde pusuya çekildi sular
Halil'i vurdular! Halil'i vurdular!...
Buralarda insanlar
Ölmediler hiçbir zaman
Hiçbir zaman ölmediler kaderleriyle...
Sason Mahpusanesi'nde
Halil'in adı kaldı
Bir tutam sarı tütün
Ve bir hüzün içimi
Dağıldı taş avluya
Lanetli kehribar taneleri.
1955 Yılında Siirt’te Ülkü Mahallesinde doğdu.
Hem merkez hemde kasabası ‘’Halenze’ kökenlidir. Hacı Abdullatif Seçkin’in ve Salih Efendi’nin torunudur.Büyük dedesi Siirt’in önemli tüccarlarından Hacı Selim dir.
Siirt’teyken Babası Hasan Tahsin Bilgin’in Sason ‘a tayini çıkar.Babasının Sason’da ki görev süresi içerisinde İlkokul ikinci sınıftayken bu sefer Elazığın Palu kasabasına göç ederler.Palu dan tekrar Siirt’e dönerler. İlk ve Orta Öğreniminin bir bölümünü Siirt'e sürdürdü.
Hilmi Bekman’ın müdürlük yaptığı deneme ilkokulu Siirt Atatürk İlk Okulunda çok sevdiği Öğretmeni Nezir Kahraman'ın öğrencisisi olarak okudu .
Siirt’te Üniversite yoktur.
Ağabeyi Aydın Bilgin'in İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisini kazanması nedeniyle İstanbula göç etmek zorunda kaldı.
İstanbula geldiği ilk gece gök yüzünde yıldızları aradı.Siirt’te ki bağlarını . Pus ,sis bulanık bir gökyüzü.Siirt gecelerinin yıldızlarını aradı durdu. Gökyüzünü terketmişti yıldızlar birer birer. Ne okul ne de mahalle arkadaşlarını bir süre bulamadı.
Uzun yıllar kendine gelemedi.Okulla ilişkisi zayıflamış dalgın bir çocuk oluvermişti.Her gün her yerinden bir şeyler eksiliyordu.Annesi Kadıköydeki paralı yatılı okula göndermek zorunda kaldı.Yatılı okuldaki öğretmen ve öğrencilerin yarattığı sıcak ortam sayesinde yeniden kendine gelmeyi başladı.Bu arada da Siirt ile bağlarını hiç koparmadı .Okul ve mahalle ardaşları ile dostluklarını devam ettirdi. 1975 Haydarpaşa Erkek Lisesini yatılı okuyup Mezun oldu. Profesyonel Tiyatro Faaliyetlerine başladı.Üsküdar da ki Sunar Tiyatrosu ‘’Bizim Tiyatro ‘yu arkadaşlarıyla kurdu. Başarılı bir oyunculuk sürecinden sonra yalnızca resim yapmaya kendini adadı.Sergiler açtı. 1977 Birincilikle girdiği Atatürk Eğitim Fakultesini Siyasi dönem nedeniyle terk etmek zorunda kaldı. 1978 İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisine girdi. 1984 Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünden Yüksek lisanla mezun oldu.
Türkiye Büyük MİLLET Meclisine Bağlı Milli Saraylar Daire Başkanlığına Bağlı.Dolmabahçe Sarayı,Sultan Abdulhamit’in Yıldız Sarayı,Maslak Kasrı ve Ihlamur Kasırlarında ki (Profesör Metin Sözenin )Restorasyon çalışmalarında bulundu.
Erzurum Dumlu kasabasında Asteğmen olarak görevini tamamladı. Fethiye de Kültür Müdürü Siirtli ‘’Selahattin Güzel’’ ile uzun yıllar çalıştı.Kültür Müdürlüğü Bünyesinde Dernek Kurarak Fethiyeye Tiyatro ve sergiler getirdi. Fethiye dergisine ,Belediye ve Festivallere katkılarda bulundu.fethiyede yaşadığı süre içinde Osmanlı çarıkları üzerinde çalıştı ve dünyaya tanıttı.(www.ottomanshoes.com)
İstanbul da Bir çok sergiler açtı .Tabloları satıldı.Ancak bu kendisi için yeterli olmadı.Yurt dışına çıktı.Dil eğitimini geliştirdi. 1996 İngiltere Edinburg Printmakers Workshop & Gallery.Uygulama Atölye Çalışmalarında bulundu. İngilterenin Edinburg,Glaskow ve Londra üçgenin de derslere katılarak müzelerde incelemeler yaptı ve Avrupa Sanatını yakından izleyerek yurda döndü. Sergiler açmaya devam etti.Uluslararası Fuarlara katıldı. Hem İstanbulda hemde Fethiyeye bağlı 1922 Mübadele Köyü ‘’Kayaköyü’ünde Resim Atölyesinde çalışmalarını sürdürdü. Her yıl Anadolu Seyahatlerinin yanısıra ,
HALEN KENDİ ATÖLYELERİNDE RESİM ÇALIŞMALARINA DEVAM EDİYOR.
Kişisel Resim ve Gravür Sergileri -ödüller : 1984 Günümüz Sanatçıları 5.Açık Hava Sergisi.’’ödül’’Devlet Resim Heykel Müzesi. 1992 Galeri Baldem-İstanbul. 1994 Yeni eğilimler Sergisi-‘’Onur Belgesi’’-İstanbul. 1995 Ekol Sanat Galerisi—İstanbul. 1995 Kültür Merkezi Sanat Galerisi.Fethiye.
2000 Hobi Sanat Galerisi-İstanbul. 2001 Atatürk Kültür Merkezi-İstanbul. 2001 Levissi Sanat Galerisi-Fethiye-Dünya Dostluk ve Barış Köyü Kayaköy. 2003 Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi-İstanbul. 2003 13. İstanbul Sanat Fuarı-Tüyap-İstanbul. 2004 14. İstanbul Sanat Fuarı-Tüyap-İstanbul2004 Küyad Sanat Galerisi-İstanbul2005 Galeri Soyut-Ankara. 2005 ‘’Aslolan Ruhsal Olandır’’15.İstanbul Sanat Fuarı-TÜYAP .Karma Resim ve Gravür Sergileri : 1982 Günümüz Sanatçıları 3.Açık Hava Sergisi.Devlet Resim Heykel Müzesi. 1983 Viking Kağıt veSelilöz A.Ş - İstanbul
1984 Galeri Lebriz-İstanbul.1987 MSÜ 1937-1987 Gravür Çalışmaları-Atatürk Kültür Merkezi. 1992 Sanatçılar Dayanışma Sergileri.-MSÜ-İstanbul. 1992 Plastik Sanatlar Sergisi-MSÜ-Ankara1992 İstanbuldan Sanatçılar Sergisi-Arkeoloji Müzesi-Fethiye. 1992 2. İstanbul Sanat Fuarı-İstanbul. 1994 Ekol Sanat Galerisi-İstanbul. 1994 4.Uluslararası Sanat Fuarı- Tüyap -İstanbul. 1994 55.Devlet Resim Heykel Sergisi.-Ankara. 1994 52 Türk Sanatçısı Newyork ve Washington Sergileri.MSÜ. 1995 Art Activities.Ocakköy 10 .Anniversery-Fethiye1995 DYO . Yaşar Eğitim ve Kültür VAKFI –İstanbul. 1996 Nuans Sanat Merkezi-İstanbul2001 Başlangıcından Bugüne Türkiyede Gravür Sergisi-45 sanatçı- Karşı Sanat Çalışmaları -İstanbul. 2002 Mahmut CUDA nın anaısına –Arkeoloji MÜZESİ-Fethiye. 2002 12.Uluslararası Sanat Fuarı-Lütfi Kırdar Kongre Salonu-İstanbul. 2005 ‘’Resmin Haysiyeti’’-Kargaşa 5-Kargart-İstanbul. 2005 ‘’Artrol’’-İstanbul Modern Sanatlar Galerisi. 2005 ‘’Çizgi’’ Deniz Müzesi SANAT Galerisi-İstanbul. 2006 Uluslar arası Çağdaş sanat fuarı(Contemporary İstanbul Art Fair)-Lütfi kırdar Kongre Salonu.
’’Cehaleti ortadan kaldırmaya
birilerinin ne makam süresi
ne de ömrü yeter. ‘’
(Siirtliler.net yayınında ilgimi çeken bir röpotaj üzerine;)
Uzun yıllar Silopi Kaymakamı, Şırnak Vali Yardımcısı ve Habur Kara Hudut Sınırında Mülki İdare Amiri olarak görev yapmış .Dolayısıyla bölgeye ve Siirt’e yabancı değilmiş.
Diyor ki;’’ Bana göre Siirt’in en büyük sorunu ne alt yapıdır, ne işsizliktir, ne ulaşımdır, ne de sağlık. Siirt’in en önemli sorunu eğitimdir ve eğitimsizlikten kaynaklanan cehalettir. Bu cehaleti de ortadan kaldırmadan hiçbir temel sorunumuzu kökten çözmemiz mümkün değildir.’’ Sayın Vali :Siirt’te ki sorunları böyle algılarsanız.Cehaleti ortadan kaldırmaya birilerinin ne makam süresi ne de ömrü yeter.
Bazen içinde yaşadığımız topluma bile yıllarca yabancı yaşayabilirsiniz. .İçinde bulunduğunuz Sosyal ve toplumsal misyonunuz buna engel olabilir ve bu, içinde yaşadığımız Sosyal statü ve misyonunuzu nasıl algıladığınıza da bağlıdır.Güçlü empati size yaşadığınız toplumla daha barışık bir insan konumu sağlar.
Siirtin sorunu kısa ve uzun vadeli olarak iki kategoride ele alınmalıdır.
Kısa vadede :
Alt yapıdır:(Eski Siirt’in sokakları sabun kokardı.Şimdilerde göç nedeniyle hayvan gübresi kokuyor.Nufusun yoğunlaşması bu sorunun acilen çözülmesini gerektiriyor.Köylerin hali daha da kötü.Sağlık sorunları buna bağlı olarak daha da büyüyor.)
İşsizlik:Siirtli gençler çalışkan ve yaratıcıdır.Siirt ve Mardinde yetenekli gençlerin oranı yüksektir.Sanayiye özellikle önem verilmeli.Ürünlerin işlenecek Fabrikalara ihtiyaç var.
Üniversite açmaktır: ( Doğduğum Şehir Siirt’e bir Üniversitenin olmaması hala acı gelir bana.bir çok yetenekli genç sınavları kazandıkları halde büyük kantlerde parasızlıktan okuyamıyorlar.Kendilerini blardo salonlarında buluyorlar.Satranç ve blardo kafalı kişilerin işidir.Bu salonları dolduranlar zeki ve akıllı gençlerdir.
Saçıma kırlar düştü ve hala bir Üniversite kurulmadı.
Sorarım kendime iktidar para akan musluğunun başında buna rağmen neden Üniversite kurmaz .Neden diğer sorunlarını çözmez Siirt’in?.Siirt’e yapılan para yardımı şimdiye kadar ikinci bir Siirt yaratmazmıydı?
Ulaşımdır, Sağlıktır.Bizim birşeyler söylememize gerek yok .Gazeteler yazıyor. –medya gösterip anlatıyor.( Siirt Devlet Hastanesi'nde hasta odalarında klima ve vantilatör olmadığından sıcaklardan bunalan hastalar, kendi evlerinden vantilatör ve buzdolabı getiriyor.)Daha bir çok şey yazılabilir.
Tarım ürünlerinin yerinde işlenerek pazarlanma sorunudur.Üzümüyle tanınan şehir de bir şarap fabrikası kurulmadı.Fıstık yıllarca Antep patentiyle uluslar arası fuarlarda tanındı.Battaniyenin hali aynı .Hala üretim ve pazarlamada sorunlar yaşanıyor . Geliştirilmedi.
Uzun vadede:1: terör.Yeryüzü tanrıları bu topraklar için kan istiyor. dökülen kan yetmedi mi?.Bu acılara bu halk ne kadar dayanacak?
Kültürel gelişime önem verilmesi,desteklenmesi ve Siirtin Uluslar arası düzeyde tanıtılması.Kısa vadede eğitim kurumları açılmış olsa mezun olan bir çok genç kültürel gelişime katkılarda bulunacaktır.Kültür ve Sanat bir toplum için zorunlulıktur.İnsan olmanın ölçüsüdür.Siirt bu yüzyıla çağdaş insan yetiştirecek düzeye getirilmelidir.
Sayın Siirt Valisi sayın Hüseyin Avni Mutlu resmi veya yarı resmi ya da resmiyet dışı bu beyanlarla büyüdük. Yıllar önce de dinlediğim aynı beyanları saçlarıma kırlar düştüğünde de dinlemek ağırıma gidiyor.
siirt gözlemcisi
Djivan Gasparyan
1928-
Ermenistan’ın
ilk ve tek
halk sanatçısı:
GASPARYAN
12 Ekim 1928 tarihinde Ermenistan’ın Ahta bölgesinin Solag köyünde doğdu. Müzikle küçük yaşlardan itibaren ilgilenmeye başladı. Babasının iyi şarkı söylemesi bu anlamda kendisini etkiledi.
Yaklaşık 6 yaşlarında topladığı boş şişeleri satarak bir duduk satın alıp çalmayı öğrenmeye başladı.
Önce yöredeki bir çocuk grubunda çaldı. Daha sonra Komitas Konservatuarında öğrenim gördü. Master ve pedagoji eğitimi alarak konservatuarda eğitim görevlisi oldu.
1946’dan 1982’ye dek »Tatul Altunyan Halk Müziği ve Oyunları Topluluğu« bünyesinde solist olarak görev yaptı.
Dağılmadan önce tüm Sovyetler Birliğinde en çok bilinen sanatçılardan biri olan Gasparyan, aralarında Stalin de olmak üzere hemen her dönem toplumun tüm kesimlerine konserler verdi.
1989 yılında İngiliz müzisyen ve yapımcı Brian Eno’nla karşılaşması Gasparyan’ın Batı dünyasında tanınmasını sağladı. Bu dönemden sonra Londra’da »I will not be sad in this world« adlı ilk albümünü çıkardı.
Gasparyan bu albümden sonra dünyanın en ünlü senfoni orkestralarının yanında Peter Gabriel, Lionel Ritchie, Michael Brook, Hans Zimmer gibi tanınmış müzisyenlerle çalıştı. Avrupa ve Amerika’da pek çok albüm yayınlandı. »Ronin«, »Gladyatör« gibi pek çok filmde müzikleriyle yeraldı.
Eski Sovyetler Birliği ve dünyanın değişik ülkelerinde birçok ödül ve World Music alanında verilenlerin en önemlisi sayılan WOMEX 2002 yılı ödülünü aldı.
Erivan Devlet Konservatuarında profesör olarak görev yapan Gasparyan, aynı zamanda Ermenistan’ın ilk ve tek »halk sanatçısı« unvanını taşımaktadır.
Doğum tarihi | |
Ölüm tarihi | |
Doğum yeri | |
Mesleği |
Aziz Nesin (asıl adı Mehmet Nusret) (d. 20 Aralık 1915 - ö. 5 Temmuz 1995) Türk mizah, kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok yapıtı bulunan mizah yazarı.
20 Aralık 1915‘de, İstanbul Heybeliada‘da doğan Aziz Nesin, 1925‘te İstanbul Süleymaniye’deki adı daha sonra İstanbul 7. İlkokul olarak değiştirilecek olan “Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi’nin 3. sınıfına girdi. İki yıl Darüşşafaka Lisesi’nde okuduktan sonra, 1935‘de Kuleli Askeri Lisesi‘ni, 1937‘de Ankara‘da Harp Okulu‘nu bitirip asteğmen oldu. Son olarak 1939‘da Askeri Fen Okulu’nu bitirdi. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Bölümü’ne devam etti. Bir röportajında ona bu eğitim hayatının ‘Fikri takip’ dedikleri şeyi getirdiğini belirtmiştir.
Çalışma hayatı aslen Ankara Harp Okulu’nu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katılmasıyla başlamıştır Nesin’in. Ardından da subay olarak Anadolu ve Trakya’nın çeşitli yerlerinde görev yapacaktı.
1941‘den başlayarak 2. Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya’da çadırlı ordugahta görev yaptığı bilinir. 1942‘de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı’na atandı ve bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan’da depremde yıkılmış bir cephaneliğin boşaltılmasıyla görevlendirildi. 1944‘de Ankara’da Harp Okulu’nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak‘ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla da görevlendirilecek ve üsteğmen rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye kullandığı” suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı.
Askerlikten ayrılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasiplik gibi işler yaptı. 1945 yılında ise gazeteciliğe başladı. Önceleri Sedat Simavi’nin çıkardığı “Yedigün” dergisine girdi; daha sonra Karagöz gazetesinde de yapacağı gibi redaktörlük ve yazarlık yaptı. Aynı yıllarda profesyonel olarak oyun yazarlığı yaptı ve Tan gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 4 Aralık 1946‘da bir grup üniversite gencinin Tan gazetesini yakması üzerine, sekiz sayı süren, “Cumartesi” adlı haftalık magazin dergisini çıkaraya girişti. Bu dergi denemesi de sonlanınca, “Vatan” gazetesinde çalışmaya başladı. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan “Parti Kurmak Parti Vurmak” adlı 16 sayfalık broşürü de yayımlanmıştı.
1946′da Sabahattin Ali’yle birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkardı ve büyük ses getirdi. Dergi dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirmeyi bilmiş, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın ulaştığı satış rakamlarına ulaşmıştır. Ancak davalar ve suçlamalar dergi yazarlarına epeyi zor dönemler yaşatmıştır. Nitekim yeni adlarla sürdürmeye çalıştıkları “Markopaşa” ekolünün hararetle eleştirdiği Amerikan yardımının Türkiye üzerindeki emellerine değindiği henüz yayınlanmamış olan “Nereye Gidiyoruz?” adlı yazısı nedeniyle; 12 Ağustos 1947’de on ay ağır hapis ve üç ay on gün de Bursa’da “emniyet-i umumiye nezareti” altında bulundurulma cezasına çarptırıldı.
İkinci kitabı Azizname’yi 1948’de çıkardı. Taşlamalardan oluşan bu kitap için İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesinde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda mahkumiyet almadı; ancak 1949 yılında İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı Faruk birlikte Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkum edildi.,
Vincent Willem van Gogh
(d. 30 Mart 1853, ö. 29 Temmuz 1890), Hollandalı ressam.
19. yüzyılın önemli sanatçılarından olan Van Gogh (Hollandaca söylenişi "fan hoh", Türkçe'de "van gog" olarak yaygındır) çeşitli işlerde başarısız olduktan sonra (son işi olan papazlıktan, aşırı inançlı çalıştığı için kovulmuştur) sadece resim yapmaya karar verir. Bu amaçla kardeşi Theo ona sürekli para gönderir. Çalışmadığı ve kardeşinden para aldığı için rahatsızlık duyan Vincent, sorumluluğunu üstlenmek ve kendini kardeşine kanıtlamak için sürekli resim yapar. Akademik resme inanmaz, reddeder. Ressam gördüğünü bire bir çizmemeli, ona kendinden yorum katmalıdır. Ona göre mitolojik kahramanların ya da mistik varlıkların resmini yapmak yersizdir. Ressam hayatın içinde olmalı ve hayatın içinde olanları konu edinmelidir. Bu düşünceleri nedeniyle döneminin ressamları tarafından küçümsenir. Güvenilmez ve dengesiz kişiliği insanlarla iletişim kurmasını engeller. Yalnız bir hayat yaşamış, çok parasız kalmıştır. Buna rağmen akıl hastanesinde yattığı sırada bile hiç durmadan resim yapmıştır.
Yaşamı süresince hiçbir yapıtını satamayan Van Gogh'un tanınması, ölümünden 11 yıl sonra, 1901'de resimlerinden 71'inin Paris'te sergilenmesiyle başlar.
Bugün Avrupa sanat geçmişinin en önemli ressamlarından sayılan Van Gogh'un, dışavurumculuk, fauvism ile soyutlama'nın erken dönemleri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Amsterdam'daki Van Gogh Müzesi, onun ve çağdaşlarının yapıtlarını barındırır. Yine Hollanda'daki Otterlo müzesinde de çok sayıda Van Gogh yapıtı vardır.
Van Gogh'un bazı resimleri yeryüzünün en pahalı resimleri arasında yer alır. 1987'de "Irisler (Süsenler)" adlı tablosu 53,9 milyon ABD dolarına, 1990'da "Doktor Gachet'in Portresi" adlı tablosu o zamana dek görülmemiş bir fiyata, 82,5 milyon ABD dolarına satılmıştır.
1959 Mersin doğumlu. Muğla İşletmecilik Y.O mezunu. IFSAK üyeliği yaptı. Gültekin Çizgen Multivizyon Stüdyosu'nda çalıştı. Fotografevi'ni kurdu. Türkiye'de fotograf gezilerini ve kamplarını başlattı. Asya ve Afrika ülkelerine İstanbul'dan başlayan karayolu turları düzenledi. (İran, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Nepal, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Gürcistan, Rusya (Sibirya), Çin, Moğolistan, Suriye, Ürdün, Mısır...) | |
Yarışmalarda ödüller aldı. Jüri üyelikleri yaptı. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda dia gösterisi ve söyleşisi yaptı. "Türkiye Fotograf Rehberi" kitabını çıkarttı. "Fotograf'ın F'si" isimli kitabını yayına sundu. "Türkiye'de Trekking" isimli CD çıkartı. Çeşitli dergi ve gazetelerde foto röportajları yayınlandı. İçinde fotograf, resim, heykel, seramik ve ahşap boyama atölyelerinin bulunduğu Kayaköy Sanat Kampı'nı kurdu. |
Wolfgang Amadeus Mozart (Johannes Chrysostomus Wolfgangus Theophilus Mozart) (d. 27 Ocak 1756 - ö. 5 Aralık 1791) klasik müziğin, en üretken ve en etkili bestekarıydı. Olağanüstü bir şekilde, 626 kayıtlı bestesi senfonilerin, konçertoların, oda orkestralarının, piyanonun, operanın ve korolu müziklerin kaderini değiştirmiştir. Mozart Avrupalı bestekarlar arasında belki de en popüler olanıdır, ve bir çok eseri standard konser repertuarlarında kullanılır. Günümüzde müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olarak kabul edilmektedir.
Doğunun Ölümleri
ölüm bir aşirettir doğuda
ayışığı gülden hoyrat
gölleri güzelden talandır
ve asi , durak bilmez ağıtlarıyla
uçsuz bucaksız turnalarını
kat kat gırbete durmuş evvelbaharla
sevdası göçer olandır
ve bu nasıl bir serencamdır
satılır umudu beye
hasreti bir meta gibi
ve alınandır
ve tuzdan, bozkırdan ninilerini
bir çığlık gibi mengeneden mengeneye
sokup çürüten rüzgardır
türküsü ki eşkiyaya geniş
ve bir kekliğe dardır
ovayı çelen bakışlı
ve bir fişekliğe dizilmiş
gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla
acıya pusu kurandır
ölüm bir aşirettir doğuda
(Doğu Şiirleri’nden)Hilmi Yavuz
Besteci, orkestra şefi, piyanist ve tromboncu olarak etkinliğini sürdüren Güneş, son kuşak bestecilerimiz içinde bir batı ülkesine yerleşmeyi göze alan ilk müzikçilerdendir: 1980’den beri profesyonel müzikçi kimliğiyle Almanya’da yaşamaktadır.
Küçük yaşta müziğe başlayan Betin Güneş, 1964’te İstanbul Belediye Konservatuarına girmiş, Ergican Saydam’la piyano, Ferdi Statzer ile kompozisyon çalışarak 1974’de bu okulu bitirmiş ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda öğrenimini sürdürerek Judith Uluğ ile piyano, İlhan Usmanbaş ile kompozisyon çalışmıştır. Konservatuarın piyano bölümünü 1979’da, kompozisyon bölümünü 1980’de bitiren besteci, bu dönemde ayrıca Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan diploma almıştır.
1980 yılında Almanya’nın DAAD bursuyla Köln Devlet Müzik Yüksek Okulu’nda öğrenime başlayan Güneş, Joachim Blume ile Kompozisyon, Günther Fork ile orkestra şefliği ve Branimir Slokar ile Trombon çalışmış, ayrıca Ulrich Humper’den elektronik müzik alanında yararlanmıştır. Köln Müzik Yüksek Okulu’nu 1985’de bitiren bestecimiz, Almanya’da profesyonel müzik yaşamına atılarak besteler yapmıştır. Onun bestecilikteki ilk başarısı, Bourges’da yapılan 15. Uluslar arası Elektronik- Akustik Yarışması’nda “BİLİMDE HERŞEY VARDIR” adlı yapıtıyla aldığı ödüldür. 1988’de Köln Senfoni Orkestrası’nın kurulmasına öncülük eden Güneş, halen bu orkestranın sanat yönetmeni ve şefidir.
Bestecimiz, Almanya, Belçika, Hollanda, İsviçre, İsveç, Polonya, Lüksemburg, Fransa ve Brezilya’da “konuk şef” kimliğiyle çok sayıda konser vermiştir. Türkiye’de de senfoni orkestralarımızı yönetmiş, 1997 yılında Avrupa’da çalgı sanatçısı olarak çalışan Türklerden oluşturduğu bir orkestrayla Uluslar arası Eskişehir Festivali’nin açılış konserini gerçekleştirmiştir.
Şeflik kariyerinde eşlik ettiği solistler arasında şu adlar vardır: Branimir Slokar (İsviçre), Mattias Buchholz (Almanya), Franz Klein (Almanya), Jong Chang Cho (Kore), Midori Koto (Japonya), Hans Jürgen Schicht (Kore), Midori Koto (Japonya), Hans Jürgen Schicht (Almanya), Thomas Horch (Almanya).
Betin Güneş’in tüm yapıtları yurt dışında seslendirilmiştir. Geniş bilgi için bestecinin kendisinden yada Edition Marc Reift’dan (İsviçre) istenebilir.
1971 yılında Erzurum'da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren yaşadığı bölgenin folklorunu gözlemlemeye başladı ve bağlamayla o yaşlarda tanıştı. 1981 yılında İstanbul'a yerleşti ve 1985 yılında Arif Sağ Müzik Kursu'nda dersler almaya başladı.
1989 yılında İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuarı Temel Bilimler Bölümü'ne girdi ve aynı süreçte; "Tezenesiz Bağlama Çalma Tekniği" (Şelpe) ile ilgili araştırmalar yaptı. Üniversitedeki tezini ise;
"Parmak Vurma Tekniğinin Bağlamadaki Uygulanışı ve Notasyonu" konu başlığıyla sundu.
1994 yılında hazırladığı "Töre" isimli ilk solo
albümünden sonra;"Garip", "Gurbet Yollarında",
"Anadolu"(Enstrümantal),"Al Mendil" isimli solo
albümlerini, ve bunların yanında Tolga Sağ ve
İsmail Özden ile birlikte "Türküler Sevdamız"; Tolga Sağ ve Yılmaz Çelik ile birlikte de "Türküler Sevdamız 2";
Tolga Sağ,Yılmaz Çelik ve Muharrem Temiz ile birlikte
"Türküler Sevdamız 3"isimli albümleri hazırladı.
1996 yılında Köln'de Cumhurbaşkanı Roman Herzog'un desteğiyle Arif Sağ ve Erol Parlak ile birlikte; Betin Güneş yönetimindeki Köln Flarmoni Orkestrasıyla bir konser verdi.
Bu konserin repertuarı da; "Concerto for Baglama" adı altında albüm olarak piyasaya çıktı.
2004 yılında Viyana'da; Avusturya Cumhurbaşkaı Heinz Fischer'in desteğiyle, Wiener Konzerthaus'ta, Russell McGregor yönetimindeki Ambassade Senfoni Orkestrasıyla birlikte bir konser verdi. 2004 yılı sonbaharında İran'lı Kemança sanatçısı Kayhan Kalhor'la birlikte konserler verdi ve enstrümantal bir albüm hazırladı.
(Bu albüm 2005 sonbaharında çıkacaktır.)
Sanatçı son olarak; öğrencilerinden oluşan yirmibeş kişilik "Bağlama Orkestrası"nı kurdu. On yılı aşkın bir süredir, kendi adını taşıyan Müzik Kurs'unda eğitim vermekte olup, halen bilgi ve birikimlerini öğrencileriyle paylaşmaya devam etmektedir.
Kendisi gibi sanatçı olan Mercan Erzincan ile evli olup bir çocuk babasıdır.
Kozluk
Kozluk Batman ilinin en büyük ilçesidir. Yüksek dağların etrafında kurulmuş tarihi bir ilçedir
Kozluk kalesi
Tarihi bir yerleşim birimi olan Kozluk'un eski adı Hazo'dur. Kozluk'ta M.Ö. 8000 - 8600 yıllarına ait arkeolojik kalıntılar bulunmuş ve bu arkeolojik kalıntılar Diyarbakır arkeoloji müzesinde bulunmaktadır. İlçenin en eski yerleşim birimlerinden biri olan Kale mahallesinde ve civarında İbrahimbey camii, Hıdırbey camii ve Kozluk kalesi gibi geçmişi günümüze taşıyan tarihi yapıtlar bulunmaktadır. Kozluk kalesinde yaşayan insanlar içme sularını 10 km. uzağındaki Kandil kalesinden, kanal vasıtasıyla temin ediyorlardı. Hoza kalesi, eskiden Sasun Kalesi ve Kandil Kalesi'nin üçüncü saçayağı olarak inşa edilmişti. Bu üç kale arasındaki koordinasyon sayesinde bölge yabancı güçler açısından işgal edilmesi oldukça güç ve zor olan bir alan haline gelmişti.
Tarihte Sasun isyani olarak bilinen aslında Hazo isyani olan isyanın adından 1938 yılında ilçe statüsüne getirilen Kozluk, ilk önce Siirt ardından da Batman'a bağlanmıştır. Bir stratejik konumu dolayısıyla ilçe halkı 1990'lara kadar çarşı olarak adlandırlan dağ yamacında yerleşimini sürdürmüştü. Bu tarihten sonra ise hem artan nüfus hem de toprak dolayısıyla Üçyol olarak adlandırılan ovaya yerleşmeye başlamıştır. İlçede bulunan Angebire bölgesi hem ağaçlık hem de yeraltı su kaynağı dolayısıyla yazın iyi bir tatil bölgesidir. Ayrıca ilçede bulunan Halilen köyüde de Sarılık hastalığı için sürekli akan bir su bulunmaktadır ve her yıl hem bölgeden hem de bölge dışından insanlar şifa bulmak için köye gitmektedir. İlçenin Kuzeyinden Pisyar çayı akmakta batısında ise Güneydoğunun en büyük dağlarından biri olan Mereto dağı bulunmaktadır.
Yaklaşık 30 binlik bir nüfusa sahip olan Kozluk, Türkiye-İran karayolunun geçtiği güzergahta bulunur. 1990'ların ortasına kadar Kozluk güçlü aşiretlerin etki alanı içerisinde kalmış; bu tarihten sonra ise aşiret yapısı hızlı bir şekilde çözülmeye başlamıştır. Kozluk'ta halı hazırda iki tuğla fabrikası, bir halısaha, tam teşekküllü bir hastane, bir konferans salonu, bir aile çay bahcesi ve iki yatılı okul bulunmaktadır. Kozluk'a bağlı Ase denen köyün civarında ise bir baraj inşa edilmektedir. Bu baraj biterse ovadaki köylerde sulu tarım yapılaağından ilçenin ekonomisinin oldukça güçleneceği öngörülmektedir. Kozluk dağ ile ovanın kesiştiği bir noktadadır. Kozluk'a bağlı köylerin yarısı ovalı diğer yarısı ise Dağlı (Çiyayi) dediğimiz kişilerden oluşmaktadır. Her iki kesim arasında çok önemli farklılıklar bulunmaktadır. Ovalılar daha uysal ve tarım ile uğraşır iken, Dağlı dediğimiz kesimler ise genellikle sert bir mizaca ve zora başvurmayı seven bir doğaya sahiptir. Kozluk kalesi, Angebiresi, İbrahim bey camisi, Hıdırbey camisi ve dağlardan ovaya bakan manzarası ile Kozluk, görülmeye değer bir ilçedir.
SASON
’’BEYLER SİZDE Kİ MODERN TEKNOLOYİ , BİZDE Kİ de POSTMODERN TEKNOLOJİ
Şu Sason grup numune video çekimleri hem ağlatır hem güldürür insanı .Gözle görülecek kadar imkansızlıklar içinde sahnelere ,yüzlerce insanın karşısına çıkmak cesaret ve kendine güven ister.Klibi izlerken duygulandığınız hislendiğiniz ağlamaya ramak kalan bir anda sahneye elinde ki duman sipreyi ile birinin çıkışını görmeniz yüz ifadenizde ki her şeyi alabora etmeye yetiyor.Gözleriniz nemli gülmeye başlıyorsunuz.Bu postmodern bir tavırdır.’’BEYLER SİZDE Kİ MODERN TEKNOLOYİ ,BİZDE Kİ de POSTMODERN TEKNOLOJİ.’’der gibi…..
Evet bundan daha güçlü ironi olamaz.İroni için zeka ,akıl ve imge gücü benim insanlarımda var.Duman sipreyi ile sahneye çıkan arkadaşımızın bu yaptığı metropollerde alkışlanır.Herşeye rağmen varlık mücadelesi vermek, kader dediğimiz verili tüm yaşam biçimlerine inat bir gün daha insanca yaşamak,yaşamı dönüştürmek!
Hayat yalnız bırakıldığında çöle,
Müdahale edildiğinde vaha ya dönüşür.
Sözümü Murathan MUNGAN’IN bir dizesi ile bitirmek istiyorum.
‘’çimento akıyor harfler soluyor
başkalaşmış bir benliği
kendimizle değiştiriyoruz her seferinde
çıkmıyor gönlümüzden hiç kimse
her yer çöl her yer duvar’’
……………………….Murathan Mungan’ın Çöl ve DUVAR şiirinden alınmıştır
siirt gözlemcisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder